Bir kitapla sohbet etmeyi hiç hayal ettiniz mi? Paul Auster, kalem dünyasıyla muhabbet için davetiyelerini kitaplarıyla sunuyor!
Yazma eylemi, üç ana unsuru zorunlu kılan, bir yandan da bu üçü arasında doğal bir bağ kuran sembolik bir süreçtir: yazar, eser ve okur. Yazarı kalemi, kâğıda dokunduğu an bedenine bürünmeye başlayan eser, okurun zihin süzgecine girdiği vakit bu kez can bulur. Ancak ikinci aşamaya geçmeden evvel eserle okur arasında her daim, yazarın niyet edip de dile getiremediği, yahut kelimelerin engeline takılıp tam olarak yansıtamadığı bir anlam boşluğu kalır. Bu boşluktan doğan mesafe, esere yaklaşmak ve kelimelerinin mahrem dünyasına konuk olmak için okura, gerekli adımı atma sorumluluğunu yükler. Kimi eserler, yazarın zihin dünyasına özgü bir dimağla örülü yapısıyla farklı hayal güçlerini ve kelime dağarcıklarını birer “yabancı” olarak görürken kimi kalemler, içkin bir samimiyetle okuyucuyu kadim dost belleyen bir sohbet havasını takınıverir.
Böyle eserler, kendilerine yanaşan, kapılarında kelime dünyalarına girmeyi bekleyen çekinik gözlere kocaman bir kucak açar. Hiç beklemediğiniz bir anda sizi karşılarına oturtur, ikram ettiği kahvenizi yudumlarken size başından geçen tüm yazın serencamını büyük bir içtenlikle dile getirir. İşte o anda ne yazarın gerçekleştirdiği “yazmak” eylemi kalır ne de okurun zahmet altına girdiği bir “okumak” eyleminin çabası hissedilir. Zira ortaya çıkan, karşılıklı ve bir o kadar dostane bir muhabbettir. Eserin dili kendini sakınmaz, kapatmaz; dolaylama veya metaforlarla okuyucuya mesafeli yaklaşmaz. Aksine, onun zihin dünyasını kendi üslubunun merkezine konuk ederek satırları kendi iç sesiyle dillendirmesine olanak tanır. Evet, ağdalı ifadelerle üstü kapalı, süslü cümleler kurmak pekâlâ edebiyat sanatının, tabir yerindeyse iğne oyasıdır; fakat geniş bir anlatıyı, okuyucuyu da dâhil eden bir muhabbet sürecine çevirmek, ancak edebiyatı kanında, canında, ruhunda taşıyan, edebiyatla var ve hemhâl olan bir kalemin eseri olabilir.
Amerikalı roman yazarı, şair ve senarist Paul Auster’ın her eserinde başardığı sanat, sohbet edebiyatı olarak adlandırabileceğimiz bu doğal yeteneğin sergisidir.
Paul Auster Hayatı, Kalemi ve Eserleri
3 Şubat 1947 tarihinde, New Jersey’de dünyaya gelen Paul Auster, yalnızca Amerika kıtasında değil, tüm dünyandaki edebiyat camiasında en çarpıcı eserlerin verildiği bir döneme tanık olmuştur. Eğitimini Columbia Üniversitesi’nde İngiliz, İtalyan ve Fransız edebiyatı üzerine tamamlayan yazar, sonraki yıllarda Fransa’da bulunmuş, bu süre içinde de kaleminin özgün kimliğini oluşturmaya başlamıştır. Yazarlığa ilk başladığı yıllarda kullandığı Paul Benjamin adı, polisiye romanı Köşeye Kıstırmak’ın (1982) kapağına yerleşerek Auster’ı bir üst basamağa taşıyacak ilk imza olmuştur. Sonrasında uzun soluklu bir süreci başlatacak olan romancılık kimliğinden önce edebiyat dünyasına şiirleriyle adım atan yazar; Cam Kent (1985), Hayaletler (1986) ve Kilitli Oda’dan (1986) oluşmak üzere New York Üçlemesi’yle başlayarak 80’li yıllarda art arda verdiği eserlerle yükselmiştir.
Yazarın kalemini bu süreçte hızla duyuran, geleneksel yazı kalıplarının dışına çıkarak okuyucuyla organik bir bağ kurduğu, söyleşi havasındaki üslubu olmuştur. Paul Auster, her şeyden önce romanının anlatısını bizzat kendisi üstlenir. Başkahraman kim olursa olsun Auster onun zihninde, düşünce ve hislerinde, kelimelerindedir; sanki onun adına konuşur yaşanan her şeyi kendi başından geçiyormuş gibi anlatır. Bu yazın biçimi, okuyucunun yazar ve karakterle arasındaki mesafeyi en aza indirir; çünkü yazar da artık eserin içindeki karakterlerden biri, üstelik anlatıcının kendisidir. Dolayısıyla yazar-eser arasındaki mesafe de bu ilişkide ortadan kalkmıştır. Sanatsal ürüne özgü yapaylık, yazarın üstlendiği yeni kimliğin dilinde eriyerek anlatılan her şeyi otobiyografik bir söylenceye dönüştürür. Böylelikle tüm eser, Auster’ın okuyucuyu davet ettiği karşılıklı bir sohbet hâlini alır.
Nitekim bu özgün üslup, 2006 yılında Auster’a edebiyat dalında Asturias Ödülü’nü kazandırmıştır. Yazarın kalemi, roman ve şiirle sınırlı kalmayıp beyaz perdeye de imza atmıştır. Smoke ve Blue in the Face adlı senaryoları, 1995 yılında Wayne Wang’ın yönetmenliğinde sinema salonlarıyla buluşmuştur. Eserlerinin hemen ardından kendisi de bizzat sinemaya soyunan Auster, tesadüfleri ve aşkı masalsı bir kurguyla ördüğü Lulu on the Bridge (1998) adlı kitabını senaryoya uyarlayarak kaleme almış ve 1998 yapımlı filminin yönetmenliğini üstlenmiştir.
Eserleri ülkemizde 1991’den beri Can Yayınları’ndan, Seçkin Selvi’nin Türkçesiyle yayımlanan Paul Auster, 90’lar ve sonrasında romanlarında özellikle içsel yolculuklara eğilmiştir. Kalabalık kentlerin gözlerden ırak köşelerinde kalmış hayatları kurgularının merkezine taşımış, ayrıntılardaki güzelliği sıcak üslubuyla ortaya çıkarmıştır. Yalnızlığın Keşfi (1982), Kırmızı Defter (1995), Kış Günlüğü (2012) gibi otobiyografik romanlarında kullandığı dilin, kurgu eserlerindekinden farklı olmaması, yazarın kalemindeki doğal samimiyetin de yansıması olmuştur. Yazarın postmodern edebiyat ile büyülü gerçekçiliğin yetişkinliğe doğru adım attığı bir dönemde edebiyat dünyasına dâhil olması, önemli bir husustur. Zira buna bağlı olarak eserlerin anlatıcıları, Auster’ın bizzat üstlendiği anlatıcılık kimliğinin de etkisiyle kurgusallıklarının da gayet farkındadır. Burada değinmek gerekir ki belirli ifade kalıplarıyla örülü bir dilin çevirisi, farklı üslupları benimseyen edebiyat çevirilerinde göre nispeten daha kolayken Auster’ın dilinde gördüğümüz -ve okurlar olarak hissedebildiğimiz- otobiyografik yakınlık, bir çevirmen olarak Selvi’nin başarısını, ustalığını ve Auster diline yakınlığını da gösterir.
Paul Auster Seçkisinden Tadımlık Parçalar
Yalnızlığın Keşfi (1982)
Her kalem kendi başınadır kader yazgısında. Fakat aşikâr bir yol değildir bu; adım adım, kelime kelime keşfedilmeyi bekler. Sonunda ise aslında aynı döngünün farklı yolları yürünmüştür; insan, nereye giderse gitsin, hangi kaderi yaşarsa yaşasın köklerinden ayrı olmadığını orada anlar. Bir anı kitabı niteliğindeki Yalnızlığın Keşfi de Auster’ın kendi kaderine yaptığı yolculuğu anlatır. Babasının ölümü ve yazarın hayatında bıraktığı iz, yansımasını edebiyat kaleminde bulmuştur. Babasıyla ilgili anıları, yazarın hem kendisine tuttuğu bir ayna hem de bu aynada ne kadar farklı yansıdığını gösteren bir yüzleşmedir. Bu yüzleşmenin en buruk noktasıysa tüm kalabalık düşüncelere rağmen keşfedilen yolun, bütün bir yalnızlıktan ibaret olmasıdır.
“Başka birinin yalnızlığına girmenin olanaksız olduğunu anlıyorum. Bir başka insanı az da olsa tanıyabileceğimiz doğruysa bu ancak o kişinin kendini tanıtmak istediği ölçüde gerçekleşebilir.”
Ay Sarayı (1989)
Yazarın ilk romanlarından Ay Sarayı, fantastik kurgusunun yanı sıra gerçeklik zeminini de bir o kadar gözeten yapısıyla bir roman türüne kapı aralayan çiçeği burnunda bir yazar için oldukça iddialıdır. İnsanların Ay’da ilk kez yürüdükleri 60’lı yılların Amerika’sında geçen eser, Marco Stanley Fogg’un Manhattan’dan Utah’a uzanan trajik yolculuğunu konu edinir. Klasik edebiyat trajedilerinin nostaljik lirizmini taşıyan hikâye, üç kuşağın başından geçenleri anlatırken 20. yüzyıl insanının da aynı tarih çarkında döndüğünü mizahi bir dille gösterir.
“… bu, estetik bir önerme düzeyine çıkarılmış nihilizmdi. Yaşamımı bir sanat yapıtına dönüştürecek, her solukta felaketimden tat almayı öğrenecek ölçüde paradokslara feda edecektim kendimi.”
Leviathan (1992)
Adı üzerinde hikâyesini Tevrat’taki efsanevi ejder Leviathan’dan alan eser, pek çok farklı mitolojik öyküyü bünyesinde barındıran bir “hikâyeler labirenti” oluşturur. Eserde farklı kapılardan başlayan bambaşka yollar, ucu karanlık koridorlara açılır. Bir soruşturmanın peşindeki ipuçları, birbiri içine geçmiş anlatıların düğümlerini çözmeye çalışır, ancak bu dizide hangi öykünün güvenilir olduğunu kestirmek olanaksızdır. Biyografik yönüyle Auster’ın hayatına da mercek tutan roman, edebiyatta karakter oluşturmanın başarılı bir örneğidir.
“Kimi öyküler kolayına kaldırılmayacak kadar sarsıcıdır ve tek kurtuluş yolu onlara sırt çevirip kaçmak, karanlığa dalmaktır.”
Görünmeyen (2009)
Ne bir kurgu ne bir gerçek… Görünmeyen yaşanmışlıklara inanmak, tamamen okuyucuya sunulmuş bir tercih. Auster’ın en cesur kurgularından olan Görünmeyen, duyguların ve cinsel çekim gücünün bir o kadar da dile getirilmeyen mahrem dünyasını iki kardeşin ensest ilişkisi üzerinden bütünüyle gözler önüne serer. Ancak böylesi bir huzursuzluk ortamında anlatılan hatıraların gerçekliği, bunun da ötesinde birer kurgudan ibaret olup olmadığı hep bir soru işareti olarak kalacaktır. New York’ta başlayıp çeşitli coğrafyalara uzanan romanda gerçekliği sorgulanmayan tek şey, yazılan her kelimenin bir kurguya ait oluşudur.
“Birinin sizi sevdiğini öğrendiğiniz zaman ilk tepkiniz onu sevmek olur.”
Sunset Park (2010)
Doğup büyüdüğü sokak, yaşadığı kapının önü, her gün önünden geçtiği pencereler; her yazarın eninde sonunda bir gün uğradığı, “kendi toprakları”dır. Brooklyn’in acı tatlı akışı içinde yetişen Auster da Florida’da başlayan hikâyesini, Brooklyn’in Sunset Park’ında noktalarken bir yandan tüm anılarıyla bu semte demir atar. Küçük günahların, yıllarca gizli tutulan anlaşmaların, sonralardan büyük hayat yıkımlarına neden olduğu kader çarkında her acı, sofraya farklı bir tuz katar. Sonunda ortaya çıkan portrede ise tüm hayatlar, birbirinden habersiz de olsa yıllar yılı aynı parkın çevresinde dönüp durmuş, aynı kederin kokusuyla birbirine düğümlenmiştir.
“… yıllar geçtikçe daha çok güçlenmiyoruz. Kederlerin ve acıların birikmesi daha fazla kedere ve acıya katlanma kapasitemizi azaltıyor; keder ve acı kaçınılmaz olduğu için de geç yaşta karşılaştığımız ufak bir aksilik bile gençliğimizdeki trajedi kadar etkili oluyor.”
Kış Günlüğü (2012)
Roman ile otobiyografi türü arasında bir tür iç hesaplaşma olarak nitelendirebileceğimiz Kış Günlüğü; bir ömrün, kendi kışına doğru ilerleyen tarih şeridine geri dönüp bakışıdır. Auster, Amerika’da başlayan yolculuğunda uğradığı Avrupa duraklarını, bu coğrafyada kalemini ne yönde ve nasıl yonttuğunu, yazın dünyasına neleri taşıdığını bir günlük samimiyetiyle paylaşır. Dolayısıyla ortaya çıkan eser yalnızca bir ömrün hikâyesi değil, aynı zamanda kaderden çıkarılacak derslerin not düşüldüğü bir hayat kılavuzudur.
“Tarihin her ânı kendi sorunlarıyla, kendi adaletsizlikleriyle dolu ve her dönem kendi efsaneleriyle kendi erdemlerini üretiyor.”
Şimdi ve Burada: Mektuplar 2008-2011 (2013)
Birbirinden çok uzakta, geç kesişmiş iki kaderin hiç ummadıkları bir toplantıda bir araya gelmesi, sonrasında unutulmaz bir dostluğu ve uzun soluklu bir mektup arkadaşlığını doğurur. Auster ve J.M. Coetzee, iki uzak kıta Amerika ve Avustralya arasında dünyayı avuçlarının içine alan mektuplar yazar. Bu mektuplar politikadan sinemaya, sanatın çeşitli dallarından spora kadar geniş bir yelpazede her iki yazarın kişisel görüşleri, eleştirileri ve sorguları üzerine yorumlardan oluşur. Bunların yanı sıra yazarların samimi itirafları, gülünç anıları, dostça yaklaşımları, anlatıya bir söyleşi havası kazandırmıştır.
“Sevgili Paul, dostlukları nasıl kurduklarını –bazılarının- böylesine uzun, kimi zaman (yanlış bir tanımla) açığa vurulmamış bir biçimi olarak yorumladıkları tutkusal bağlardan da daha uzun sürmelerinin nedenini düşünüyorum.”
“Sevgili John; bu, yıllar içinde uzun uzun düşündüğüm bir mesele. Dostluk hakkında tutarlı bir görüş geliştirebildiğimi söyleyemem, ama (kafamda bir düşünceler ve anılar girdabını tetikleyen) mektubuna cevap olarak, belki de şimdi bu görüşü geliştirmenin zamanıdır.”
Peki ya sizler herhangi bir Paul Auster kitabı okudunuz mu? Okuduysanız nasıl buldunuz? Yorumlarınızı Kayıp Rıhtım Forum’da paylaşabilirsiniz.
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!