in ,

Siyahperdenin Başrolünde: Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler

Yalçın Tosun’un ilk öykü kitabı Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler üzerine konuştuk. Uyaralım. Bu inceleme, tıpkı kitap gibi sizi biraz huzursuz edebilir.

anne baba ve diger olumcul seyler yalcin tosun
- Reklam -
- Reklam -

Önce başlar geriye gidiyor hafifçe; gözler, ayıp bir kelimeye dokunmuş gibi suçlu, hemen kaçıveriyor sağa sola. Süt dökmüş bir kedi, başını öne eğiyor. O kelimeleri içinden hiç telaffuz etmemiş gibi. Vicdana yöneltilmiş sivri uçlu bir soru gibi. Sorunun derinliklerinde gizliden gizliye kabaran bir huzursuzluk…

Anne, baba ölümcül olur mu hiç?

Sonra o “acaba” sorusunun bir defa akıldan geçmesiyle yırtılan zarın altından merak akıyor. İnce kapak çevriliyor; göz, ilk sayfada André Gide’ye ilişiyor: “Senin için kendi ailen kadar, kendi odan kadar, kendi geçmişin kadar tehlikeli bir şey yoktur.” Sonrası mı? Sonrası akıp gidiyor.

- Reklam -

Böylesi sarsıcı bir başlıkla daha ilk anda okuyucuda iz bırakan Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler, Yalçın Tosun’a 2011 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’nü kazandıran bir öykü derlemesi. İlk baskısı 2009 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan derlemenin editörlüğünü Murat Yalçın yaparken düzeltide Filiz Özkan yer alıyor. İnsan bilincinin, bir kuytuya gizleyerek gözden ırak tutmaya çalıştığı karanlıkların öyküsü, yazarın Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alan Peruk Gibi Hüzünlü adlı ikinci kitabında dile gelmeye devam ediyor. Daha ilk kitabıyla oldukça ses getiren ve edebiyat çevresinde özgün üslubuyla kendine sağlam bir yer edinen Tosun, her bir öyküsünde dilini, sözcüklerin kimliğini ve kurgusunun rengini adeta baştan yaratıyor; ama aynı hüzün kokusu sinmiş her birinin özüne. O yüzden ayrı kalemlerin mürekkebini taşıyor gibi görünseler de aslında hepsi aynı fonu paylaşıyor, tabir yerindeyse “siyahperde”yi.

Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler, “Aterina”dan başlayıp “Unutmabeni Çiçekleri”ne kadar on altı kısa öyküden oluşuyor. Elbette incelediğimiz, bir öykü derlemesi olunca her bir öyküye ayrı olarak eğilemiyoruz; ancak şunda hemfikiriz: Her birinin dokusu, Gide’nin, kitabın başına bir amentü gibi konmuş satırlarını her seferinde yeniden akla getiriyor. Aile. Kendine ait bir oda. Kendi geçmişin.

On altı kez tekrar ediyor çan sesi, on altı kez bunlar kadar tehlikeli bir şey yoktur, diyor. Bizler ürperiyoruz, belki kimi sayfalarda korkuyoruz. Çünkü biliyoruz ki bu üç tehlikeli şey baştan sona biziz, elimizde onlardan başka bir şey yok! O hâlde bu çanlar, kimin için çalıyor?

anne baba ve diger olumcul seyler

- Reklam -

Kuşatılmışız. Başta bu kabulü önümüze sunuyor Tosun. Onun “anne” ve “baba”ları, idealize edilmiş, rafine eğitimlerin ürünü olan bilinçli(!) ebeveynler değil çünkü. Hepsi aynalardan fırlamış kadar gerçek, sokakta her gün aynı kaldırım taşına bastığımız kişiler kadar olağan ve en önemlisi, ancak el ayak çekilince bir başımıza kaldığımızda, kendimize bile olsa yalnızca fısıltıyla itiraf edebileceğimiz kadar kötücül bir tarafımızın tetiğine dokunur türden. “Günlüklerin”, çoktandır dokunulmamış tozlu rafların, unutulduğu sanılan “kokuların”, yüzlerin arasında sır gibi saklanmış, kötücül bir taraf… İşte her bir öyküde bu tarafı biraz daha eşeliyor Tosun. Saklı kalanları ortaya çıkarıyor, ortaya çıkanları saklamaya çalışıyor; bunu yaparken de hayal ile gerçek, umulanla bulunan, bu terazide çoğunlukla ikinci kefe’nin ağır bastığı bir kurgu içinde çatışıyor. Kurguları dolayısıyla genel olarak psikolojik bir yapılanma sürecini anlatan öyküler, bu özellikleriyle başkahramanın iç dünyasını, öykünün sonundaki ruh hâline bürünene dek kendilerince neler yaşadıklarını, düşündüklerini, hissettiklerini, kesitler hâlindeki iç konuşmalarla ya da tahlillerle veriyor. Ancak aynı teknikteki çoğu roman ve öykünün aksine Tosun’un başkahramanları, okuyucuyu iç dünyalarına davet eden aralık bir kapı bırakmıyor desek yanlış olmaz. Kitabın başlığıyla daha ilk anda okuyucuyu bir adım geride tutan öyküler, son sayfaya kadar bu mesafeyi koruyarak kendilerini dil örgüsüyle çevrilmiş bir kozanın içine koyuyor. “Ölüler Uzar”ken seyirciliği bir kenara bırakıp Eser’in yalnızlığını paylaşamıyoruz. “Sinema”ya gidiyoruz, ama son nefesini verirken Selim’e dokunamıyoruz. Meliha, babasının koltuk üzerine yığılmış cansız bedeni karşısında pastasını çatallayadursun; biz, Saliha, Sinan ve Cevher’in çıktığı yolda parçalanıp üçe bölünüyoruz. Daha hangi kahramana bürüneceğimizi, hangi yolu tutacağımızı bilemezken kayıp gidiyor öyküler ve son sayfaya geliyoruz. Şaşırmışız. Ürpermişiz. Siyahperde’nin kötücül etkisi altında ne hissedeceğimizi, ne düşüneceğimizi bilememişiz.

Kimse görmeden kapatıyoruz kapağı. Demlenmeye bırakıyoruz. Eğer yeterince huzursuzsak, kıvamımız yerini bulmuş demektir.

yalcin tosun
Yalçın Tosun

Tosun’un amacı da bu çünkü, huzursuzluğu hissettirmek. Başkahramanların iç dünyasına erişip onlarla aynı hisleri paylaşamasak da “anne” ,“baba”, “aile,” “tanıdıklık” kavramlarını, alışkın olduğumuz sevgi, şefkat, güven ve masumiyet çerçevelerinden çıkarıp ölümcül ve tehlikeli yönlerine ışık tutarak okuyucunun bilinçaltında yüzleşmek istemediği gerçekleri, en çarpıcı ve bir noktada “rahatsız edici” şekilleriyle dışa vurmak. Kabullenmek istemesek de bu kötücül tarafın, en masum olduğunu düşündüklerimizin yanında, hepimizin bir parçası olduğunu hatırlatmak. Çünkü biliyoruz ki başlıktaki “Diğer” sözcüğü, “biz”i içine alan bir parantez. Tıpkı her biri ayrı bir dünyanın ayrı birer kesiti olan öykülerin, aynı his altında ortak paydayı bulmaları gibi. Bu yönüyle toplumsal ebeveyn algısına bireysel bakış açılarının penceresinden eleştiri getiren Tosun, sade, duru bir anlatımla dili son derece başarılı kullanarak öykülerini, kurguları kadar edebi nitelikleriyle de seçkin bir yere taşıyor.

Kapağı kapattıktan sonra kimse görmeden kitabı uzak bir rafa kaldırmaya yeltendiyseniz hatırlatalım, hepimiz biraz anne, biraz baba ve biraz da diğer ölümcül şeylerdeniz. Bir kez okuduysanız bu öyküleri, günün birinde aynanın bir köşesinde yeniden canlandıklarını göreceksiniz; isimleri unutmuşsanız bile, huzursuzluğu hatırlayacaksınız.

Rabia Elif Özcan

1995 yılında, dünyaya ilk defa dokunduğundan bu yana okuyor gözlerim, ellerim, kulaklarım ve hislerim. En çok doğayı okuyorum, sonra müziği, renkleri; ve edebiyat okuyup çeviriler yapıyorum, başka gözlerin bakışlarına dokunabilmek için. Dimağımın heybesinde biriktirdiğim kelimelerden masallar fısıldıyorum. Hayatı satır aralarına katık ediyorum; yağmurlu gökte vicdanı arıyor, mum ışığında güneşi buluyorum. Sabah günümü aydın eden kahve kokuları gece gözüme uyku sürüyor. Küçücük bir kutuda azıcık yaşıyorum, yetinmekle doyuyorum.

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

netflix bright film

Netflix’in Sevilen Yapımı Bright Devam Filmiyle Dönüyor

Kıyamet Gösterisi Dizisi good omens fragman

Kıyamet Gösterisi Dizisinde Fragman Vakti