Stephen King’in Cosmic Horror türüne dahil edilebilecek IT (O) adlı yaptının sinema uyarlamasının ikincisi hakkında konuşacağız.
Soğuk bir giriş olduğunun farkındayım çünkü kendimi dizginleyip 50 sayfa yazma arzumun önüne geçmem gerek yoksa bugün böyle bir yazıyı kimse okumaz.
Filmi basın gösteriminde izlemiş olmama rağmen hakkında bir şeyler söylemek için filmin çıkmasını bekleme gereği hissettim. Çünkü söylemek istediğim şeylerin spoiler’sız bir şekilde oyunculuklar, konu, efektler, basitçe işleniş filan değil, filmi biraz okumakla ilgili olduğunu fark ettim.
Çünkü IT, bir korku filminden ziyade “korku üzerine” bir film.
Filmin yapısal kusurları, zayıflıkları olabilir. Bunları spoiler’sız incelemelerde bolca okumuş ve dinlemişsinizdir zaten. Hepsinin haklılık payı var.
Her ne kadar tutkulu bir okur olarak illa esere sadık kalınmasını arzulasam da bir izleyici olarak da kabul etmem gerek ki onu görsel bir esere çevirirken “roman yapısını” aynen muhafaza etmek, bu iki çok farklı tüketme deneyimi arasındaki farklılıklardan ötürü filmi hantallaştırabiliyor.
IT: Chapter 2 de böyle. Çok sayıdaki karakterin travmasına tek tek bölüm ayırdığı için “Evet şimdi sıra bunda,” diyerek filmi sabırla izliyoruz. Bu da haliyle filmin süresini epey bir şişiriyor. Buna rağmen bile karakterlerin yetişkinlik yaşamlarından fazla detay görmüyor olmamız bir eksiklik olarak göze çarpıyor. Roman türünde yazılmış böylesi hacimli eserleri sinema diline uyarlamak asla sorunsuz olamıyor.
IT 2 kusursuz bir film değil ancak insanı yakalayan bir film, yaralayan bir film ve eski yara izlerini sızlatan bir film.
Film beni yakalamayı başardı, ben de uyarlamadan doğan arızalarını görmezden gelerek filmin anlattığı şeye odaklanmayı tercih ettim. Haliyle bugün hakkında esas konuşmak istediğim konu da bu.
“Derry’de ölen hiçbir şey gerçekten ölmez.”
Bildiğiniz üzere It’teki olaylar, bağnaz insanlarla dolu, izole, klasik bir Stephen King kasabası olan Derry’de geçiyor. Kasaba yaşamı kendiliğinden zordur. Ne köydeki üretim telaşı vardır ne de kentteki anonimlik. Genel bir durağanlığın çöktüğü küçük yönetim biriminde insanlar kendilerini eğlemek için kolayca bir dedikodu sarmalının içine düşebilirler ve bunun konusu olmak da ciddi bir korkudur. Bazı yerlerde, bu korkuyla evrimleşmiş insanlar arasında püritenlik, toplumda kabul görmek için bir yaşam biçimine dönüşmüş olabilir. Ailesi nasıl olursa olsun yeni yetişen genç bir insan için böylesi bir ortamda yaşam zordur. Aileler de toksik yapıdaysa hayat iyice çekilmez olabilir.
It filmlerinin ilki, o günkü korkularla başa çıkmak, bizi korkutan şeyin karşısında durmak üzerineydi.
Burada esas korkutucu ve gerilimli olan, katil bir palyaçonun karşısında durmaktan çok, evde, çevrede yaşanan problemlerin nasıl karşısında duracağımızdı. Kimisinin ailesi aşırı dindardı, kimisi berbat ebeveynliğin bir ürünü olarak birer zorbaya dönüşmüş diğer çocukların elinde oyuncak olmuştu, kimisini yetersiz ebeveyni “koruma” adı altında evde tutmak için hastalıklarla korkutup ilaçlarla kandırıyordu. Kimi ırkçılığa kimi homofobiye maruz kalıyordu. Kimisi ise evde babasının cinsel istismarına uğruyordu.
It’te kaybolan çocukları kimse aramıyor, sağa sola yapıştırılan birkaç afiş dışında kimse pek umursamıyordu. Çocuklar ıssız ormanın altındaki mağaralarda, onlarca yıl boşlukta bilinçsiz halde süzülerek acı çekiyorlardı. Ancak bu berbat ortamın içinde birbirini seven, birbirine kenetlenen çocuklar birbirleri için harekete geçiyorlar, birbirlerini kaybetmemek için kaybolan arkadaşlarının peşinden karanlık tünellere giriyorlardı. Çocuklar için doğaüstü katil palyaçonun olduğu bir eve girmek, kendi evlerine girmekten daha kolaydı. Dışarıda onları koruyan kimse yoktu, bir şeyler yapmazlarsa öleceklerdi ve sadece birbirlerine sığınmışlardı. Kasabadaki tüm bağnazlığın vücut bulmuş haliydi Pennywise.
It 2’yi izlerken de yine beni en çok geren kısım bu oldu: İlk filmde olanları hatırlamak. Film de zaten kitapla paralel bir biçimde iki dönem arasında gidip gelen bir yapı sunuyor ve “hatırlamak” üzerinden şekilleniyor.
It 2, günler geçerken başa çıktığımızı sandığımız, derinlere gömdüğümüz korkularla yüzleşmek ve onları nasıl yeneceğimiz üzerine.
Bütün filmi sahne sahne, kare kare bunun bir metaforu olarak okumak gerekiyor.
Beverly’nin çocukken babasının cinsel istismarına uğrayarak yaşadığı eve yerleşmiş olan anılarındaki o korku, eve gittiğimizde Pennywise’ın kızı görünümünde karşımıza çıkıyor. Çünkü Pennywise insanlara korkularını gösteren, travmalarını hatırlatarak kurbanlarını zayıf bırakan bir kozmik varlık.
Her şeyi hatırlayan yaşlı kadın, duvarlardaki eski fotoğraflar, anılar, hep “geriye dönüşü” simgeliyor. Yaşlı kadın burada çok kilit bir laf ediyor. “Derry’de ölen hiçbir şey gerçekten ölmez.” Yendiğimizi sandığımız korkularımızın tekinsiz bir içimde su yüzüne çıkışının, tek cümlelik, son derece tekinsiz bir anlatımıydı bu.
Yaşlı kadının burada demek istediği şey “Baban öldü ama anıları yaşıyor. Anıları unuttun ama bıraktığı korkular sende yaşıyor. Kaçıp gidince, geride bırakınca, unutunca palyaço öldü sandınız ama palyaço yaşıyor. Onu öldüremediniz.” Derry tüm kasabalar, Derry büyüdüğümüz her yer, Derry kafamızın içinde taşıdığımız yer.
Bu anlatım Stephen King’in hikayecilikteki başarısının da güzel bir örneği aynı zamanda.
Dünyadan izole bir mekânda, ne olduğu bilinemeyen bir varlıkla karşılaşmak zaten yeterince tekinsiz. Yağmurlu, karanlık bir günde ormana açılan kocaman bir kanalizasyon borusunun içinde, size el sallayan sevimli bir palyaço görüyorsunuz. Göstergelerin uyumsuzluğu zaten durumu ürkütücü yapmaya yetiyor. Bir de bunun aslında karakterlerin evdeki korkularının ve travmalarının bir sembolü olması, filmi basit bir “katil palyaçodan kaçma” filminin ötesine geçirip, motivasyonunu insanın iç dünyasından alan derinlikli bir esere dönüştürüyor.
Hikâye ister istemez “katil palyaço korkusu” odaklı olmaktan çıkıp, karakterlerin hikayelerinin ve korkularının öne çıktığı bir hale bürünüyor. Karakterler yaptıklarını bu yüzden yapıyorlar. Bu yüzden çekip gidemiyorlar, sırtlarını dönemiyorlar. Palyaçonun sembolize ettiği şeyler hikâyeyi ilerletiyor.
İlk filmin sonunda Pennywise 27 yıllık bir uykuya çekildikten sonra, birisi hariç tüm çocuklar büyüyüp kasabadan ayrılmıştır. Kimisi olayların hemen ertesi günü, kimisi yıllar sonra Derry’yi terk etmiştir. Her şeyi geride bırakmış olsalar da hatta kimileri zengin bile olmuş olsa da, aslında onlar için hiçbir şey değişmiş değildir.
Unutmanın, geride bırakmanın bir işe yaramadığını görürüz. İlk filmde yüksek potansiyel taşıyan, girişken, cool bir çocuk olan Beverly, yaşadıklarını unutmuştur belki ama travmalarından kurtulamamış, hayatta bir yere varamamış, etkisiz birisi olup çıkmıştır. Berbat evliliği de tam olarak babasıyla eskiden olan ilişkisini hatırlatıyor.
Kekemeliğin üstesinden gelmiş olan romancı Bill
Kekemeliğin üstesinden gelmiş olan Bill, kardeşiyle yarım kalan yaşantısının arından başarılı bir romancı olsa da hikayelerin sonunu nasıl getireceğini hiç bilememektedir. Bir yanda başarılı bir romancıyken aslında karısı bile onu açıkça yetersiz biri olarak görmektedir.
Son derece zeki ve duygusal bir çocuk olan Ben, ilk filmin sonunda Beverly’ye aşıkken, onun ertesi gün gideceğini ve onu bir daha göremeyeceğini bile bile, bir veda etme şansı dahi bulamadan onunla Bill’i yalnız bırakmak zorunda kalmış ve arkasını dönüp gitmişti.
Çünkü Beverly Bill’i seçmişti. İlk filmde onun bu andaki çaresizliği izlerken içimizi burkmuştu ama Ben gitmiş, sahne Bill ve Beverly’nin duygusal vedası ile devam etmişti. 2. Filmde ise olaya Ben’in açısından bakıyoruz. İkisini birlikte bırakarak, veda bile edemeden arkasını dönüp giderken gözlerinin dolu dolu oluşu bu filmde odak noktamız oluyor.
Bu an aslında Ben’in geleceğe dair planlarını yaptığı ve hırslandığı an. Sonrasında aynı şeyleri bir daha yaşamamak için kilo veriyor, okulunda ve işinde başarılı olup büyük bir şirket kuruyor. Tercih edilen kişi olmak için elinden geleni yapıyor. Beverly ise çocukluk anılarında kalıyor.
Fakat görüyoruz ki zengin ve yakışıklı olmak, özgüvenli biri olmak için yeterli değil. Karşısında Beverly olunca yine konuşmakta zorluk çekiyor.
Eddie’yi hem kontrolcü hem yetersiz annesinden kurtulup, hali vakti yerinde birine dönüşmüş olarak buluyoruz. Gene de annesinin onu büyütme şekli yüzünden hayat karşısında kendisini güçsüz hissettiği için güçlü, kontrolcü, annesine benzeyen bir kadınla evlenmiş, aynı sıkıcı hayatı sürdürüyor.
Komik Richie’nin Derry’de eşcinsel olduğu için nasıl itilip kakıldığını bu filmde öğreniyoruz. Büyüdüğünde komedi alanında kendini geliştirmiş, kalabalık bir kente taşınıp kabul gördüğü bir ortama girmiş halde.
Bir tek Mike Derry’den hiç ayrılmadığı için ne bir yere gelebilmiş ne de çocukken yaşadıklarını unutabilmiş.
Pennywise’ın döndüğünü öğrendiklerinde ve unuttukları geçmişi hatırladıklarında ise karakterlerin hepsi bir anda buz gibi terliyorlar ve zayıf düşüyorlar. Bir anda aslında o korkunun karşısında ne kadar çaresiz olduklarını hatırlıyorlar ve yine kendilerini öyle hissediyorlar. O yetişkin görünümlerinin altından hiç büyümemiş bir çocuk çıkıyor. Bill yine kekelemeye başlıyor, komedyenlik yapan Richie sahnede şakasını unutup kabul gördüğü gruptan dışlanmayı şöyle bir tadıveriyor, mazbut bir yaşam süren Stanley ise aynı şeyleri tekrar yaşamaktansa intihar ediyor…
Karakterler söz verdikleri gibi Derry’ye dönüp geçmişle bağlantı kurdukça anılarını yeniden hatırlamaya başlıyorlar. O zamana kadar yaptıkları şeyleri neden öyle yaptıkları anlam bulmaya başlıyor. Kendilerinde hissettikleri eksikliklerin sebeplerini fark etmeye başlıyorlar.
Palyaçoyu yenmeleri için her şeyi hatırlamaları gerekiyor, hatırlamaları ise onu güçlendiriyor.
Onunla en güçlü olduğu halindeyken savaşmaları gerekiyor. Peki ama bu nasıl yapılacak? Çocukken karşısına çıktığımız ve unuttuğumuzu sandığımız korku, onu gömdüğümüz yerde kök salmış halde, dalları ise el ve ayak bileklerimize dolanmış, bizi aşağı çekiyor.
Filmin bu noktada bize sunduğu cevap, onun gerçek doğasını görmek. O geride kalmış bir şey. O artık yaşlı, hasta, bitkin, üstümüzde bir etkisi olamayacak, küçük, aciz, cılız bir şey. Hiçbir iktidarı yok. O artık bir hiç. Onun böyle oluşunu fark etmek, filme göre ondan kurtuluşun anahtarı. Onu küçültmek, ufalta ufalta yok etmek, ona karşı işe yarayan tek yöntem. Onun karşısında sindikçe o büyüyor. O gezegenlerin yiyicisi, dünyaların bitiricisi oluyor. Film bu bakımdan hala sızlayan eski yaralar için de iyi bir teselli ilacı bana sorarsanız. Tabii bunu yapmak da o kadar kolay değil. Başkalarını sevmek, kendinizi sevmek ve sevdikleriniz için cesaret göstermek gerekiyor. Yoksa boşlukta süzülenlerden biri olmak işten bile değil.
Pennywise’ı “yenmeyi” başardıklarında ise yetişkinlerin ellerindeki eski yara izlerinin iyileştiğini görüyoruz. Bunu da basit bir şekilde geçmişten kalan yara izlerinin kaybolması şeklinde okuyabiliriz hatta okumalıyız da.
Bir Derry’de büyümüş olabilirsiniz ya da kafanızın içinde karanlık tünelleri olan bir Derry olabilir. Dünya kocaman bir ev. Şimdi her neredeyseniz, tek değilsiniz. Birbirinizi bulun, birbirinize tutunun, birbirinizi sevin ve dünyadaki günlerinizi geçirirken yalnız olmayın. Benim It filminden anladığım budur.
Bir İki Teknik Konu
Bahsetmeden geçemeyeceğim bir iki ufak konu daha var. Filmin oyuncu seçimi ve oyunculuklar harika. Oyuncuların çocuk oyunculara fiziksel benzerliği bir yana, onların vücut dillerini de iyice çalışmış oldukları belli oluyor. James McAvoy’un kekelemesi ile Bill’in kekelemesi neredeyse birebir aynı. Hele Eddie’yi oynayan James Ransone küçük oyuncunun neredeyse ikizi. Bir tek Jessica Chastain’in Beverly’yi canlandıran küçük oyuncu Sophia Lillis ile hiçbir benzerliği yok ancak o da oyunculuğunu taklit ederek sizi Beverly olduğuna inandırıyor. Daha uygun bir cast seçimi muhtemelen Amy Adams olurdu ki bu ikili zaten birbirlerinin gençlik ve yetişkinlik hallerini Sharp Objects adlı dizide canlandırmışlar.
Filmdeki biraz uzatılmış Stephen King cameosu tatlı ve komik bir sahneydi fakat filmin gerilimini kırıp illüzyonunu bozduğunu hissetmeden de edemedim.
Pennywise’ın çocuklara zamanında dehşet yaşatmış zorbayı da akıl hastanesinden alıp tekrar kullanması, onun yancısını da tünellerden geri çıkartıp zombi olarak hikâyeye dahil etmesi anlaşılır bir şey. Böylelikle yine karakterlerin çocukluk travmalarına oynamış oluyor. Fakat bu iki tipin hem filmde pek bir rolü yok hem de o hikâye bir yere bağlanmıyor.
Onun yerine filmin başında benzerlerini gördüğümüz zorbalar belki karakterlerin yollarına çıkıp işleri onlar için biraz daha zorlaştırabilirlerdi. Bilemedim.
It finalinde “Loser” olmaya iyi tarafından bakıp onu “kaybedecek bir şeyinin olmaması” olarak tanımlıyor. Biraz bardağın boş tarafını görmek olacak belki ama buna pek katıldığımı söyleyemeyeceğim. Bana sorarsanız Loser olmak kaybedecek değil, kazanacak bir şeyinizin olmamasıdır.
Son olarak da söylemem gerek ki, eğer It bir şarkı olacak olsaydı muhtemelen Radiohead’in Exit Music (For A Film)’i olurdu.
Peki ya siz filmi izlediniz mi? İlkine göre nasıl buldunuz?
Görüşlerinizi Kayıp Rıhtım Forum’da bizlerle paylaşabilirsiniz.
Gayet güzel bir inceleme yazısı olmuş, filmi izlerken neye odaklansam daha fazla keyif alırımın cevabı da olmuş ayrıca, oyuncu seçimlerinin karakterler açısından incelemesini de faydalı buldum.
Ayrıca Bay Kont Olaf’ın hoşnutsuz bir bey olarak genelde olumsuz noktalara parmak basmasını ve negativite akan incelemeler yapmasını anlıyorum ama olumlu noktalara odaklanmak daha yapıcı ve verimli bir yazı çıkarmış. Farkında değilsin ama sana yakışıyor, azıcık pozitif ol, öpdüm.