in ,

Otomatik Piyano: İnsan ve Makineleşme Savaşının Galibi Kim Olacak?

İnsan merak ve keşif arzusuyla ilerleme basamaklarını durmadan tırmanıyor. Hiçbir engel insanı durdurabilecek güçte değil. Belki bir tanesi hariç: Makineler! Vonnegut’ın insan ve makine rekabetini sorgulayıcı ve alaycı bir anlatımla ele aldığı “Otomatik Piyano” adlı romanını inceledik.

otomatik piyano inceleme
- Reklam -
- Reklam -

Gerek anlatım ve tarz olarak çok sevdiğim yazar Orwell ile olan benzer yönleri gerekse hakkında duyduğum övgüler olsun, Kurt Vonnegut’ın bana hitap edeceğini düşünüyordum ve bu yüzden kendisine olan merakım katlanmıştı. Denildiği gibi eksantrik karakteri büyüleyecek miydi? Yoksa abartılmış bir balon muydu? Görecek ve merakımı dindirecektim. Beğenirsem çok değerli bir kalemle tanışmış olacaktım.

Kayıp Rıhtım Kitap Kulübü’nün ikinci etkinliğinde yazarın kronolojik olarak 1952 tarihli ilk kitabı “Otomatik Piyano” (Player Piano) seçildi. Bu yazara giriş ve beğenirsem kronolojik sıraya uygun olarak maraton yapma fikrim için güzel bir fırsat oldu. Ben de bu vesileyle yazarın eserini hevesle okumaya koyuldum.

Peki bu çalıntı (!) romanla ilgili düşüncelerim neler oldu? Gelin önce yazarla başlayalım ve bu hırsızlığın arkasında neler varmış öğrenelim.
“Bu hayatta inan bana, düşünceli olanlar, hassas olanlar, gülünçlüklerinin farkında olanlar, binlerce ölüm yaşar.”

- Reklam -

Tuhaf ve Sivri Dilli Kalem Erbabı

Vonnegut normal bir insan yahut yazar değil. İyi ki değil! Doğrusu kendisinin ne kadar özgün bir şahsiyet olduğunu daha hiçbir kitabını okumadan önce söylemleri ve tarzından görmek mümkündü. Hakkında yapılan yorumlar da hep aykırı yönünü öne çıkarıyordu. Evet, tuhaf bir yazarla karşı karşıyaydım ve okuduğum kitapla birlikte bu söylenenleri de onaylamış oldum. İğneleyici, güldürücü ve sivri dilli acayip bir yolculuk başlamış oldu.

Yazarı bu özelliklere itenler arasında tabii ki yaşadıklarını nasıl deneyimlediği yatıyor. Yaşanılanların nasıl algılandığı ve bunların insan üzerinde nasıl etkiye sahip olacağı insandan insana değişir. Bir olay herhangi birey üzerine daimî olarak şu sonucu doğurur denilemez. Ancak yine de deneyimlerin ne olduğu, sonrasında kişiden kişiye değişse bile bir “itici güç” olma özelliği taşır ve anlam ifade eder. Vonnegut içinse bu itici güç ne yazık ki üzücü bir durum: İkinci Dünya Savaşı.

1922 doğumlu Amerikalı kalem, İkinci Dünya Savaşı’nda çarpışmış. Hatta Dresden’de Almanlara esir düşmüş. Bunların üzerine esir olduğu sırada, müttefikleri tarafından Dresden’in bombalandığına tanık olmuş. Bu tanıklık çok ızdıraplı. Dresden’in bombalanması tarihin en acı olaylarından birisi; yaklaşık 120 bin kişinin öldüğü, şehrin darmadağın olduğu bir hadise.

Bizzat gittiğim için Dresden’i görme fırsatım da oldu. Öyle güzel bir şehir ki her yerde harika tarihi eserler, kültür ve gezi boyunca estetik paçalarınızdan akıyor, ne kadar övülse yetmez. Diğer yandan şu zamanda bile hâlâ bombaların sebep olduğu tahribat yapılarda görülmekte. Unutulmaması ve tekrar yaşanmaması için tarihin ve savaşın acı gerçeğini yüzünüze vuruyor. Travma üzerine travma. Savaş başka ne getirir ki zaten? Ölüm, yas, yıkım ve hiçlik…

Vonnegut’sa bu acıyı hem yaşamış hem de kendine özgü bir biçimde gözlemlemiş ve özümsemiş. Sonrasında bunu sanatına ve yazım karakterine dökmüş. Ve ilk romanıyla bizleri selamlamış. O zaman buyurun kitaba.
“Konusunu, konusu güle oynaya Biz’den araklanmış Cesur Yeni Dünya’dan güle oynaya arakladım.” – Kurt Vonnegut’ın 1973 tarihli Playboy röportajı.

Ne Anlatıyor?

Kitap en temel olarak makineleşmenin insanların yaşam kalitesi üzerindeki tezahürünü irdeliyor. Bunun daha çok olumsuz etkileri üzerinde duruluyor. Yazar neler olabileceğini, belki de günümüze uyarlarsak nelerin olduğunu gözler önüne sürme amacıyla yola çıkmış.

İnsanlık Üçüncü Dünya Savaşı’nı yaşamış. Savaş dolayısıyla üretim kısmında insan gücü çok azalınca, yönetenler bu açığı makineleşmeyle kapatıyorlar. Bu ihtiyaç sonrasında kendini sistemin direği hâline getiriyor. Kitap savaştan sonrasını konu alıyor. Makinelerin insanlardan daha hatasız, masrafsız ve verimli bir şekilde çalıştıkları görülünce, insan bazlı üretim büyük oranda terk ediliyor.

Toplumsa ikiye bölünmüş. Bir tarafta mühendis ve yöneticilerden oluşan zengin üst sınıf; diğer taraftaysa işçisinden sanatçısına, emeğini ve sanatını makinelere bırakan fakir alt sınıf. Yani küçük bir kesimi saymazsak artık insanların hâkimiyeti, kendisini neredeyse tamamen makineleşmeye bırakmış. Makineleşme insanın yararına mı değil mi? Üretmekten yoksun kalan insan var olabilir mi? İnsanın yaratımıyla, yani makineyle rekabetini işliyor roman.

Manidar Başlık: “Otomatik Piyano”

otomatik piyanoPianola olarak da bilinen Player Piano, önceden programlanmış kayıtlı müziği otomatik olarak yeniden çalan bir piyanodur. Özellikle 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında satışları yüksek seviyede olmuş ve ünlenmiş bir alettir.

Piyano denince insanın üretimiyle tamamen bağdaşan bir hobi aklımıza geliyor. Asıl amaç insanın bizzat üreten koltuğunda yer aldığı keyfi bir araç olması. Diğer ihtiyaç bazlı makine üretimlerinden farklı noktada, yaşamsaldan ziyade estetik bir gereksinim. Ancak bu alet ironik bir şekilde makineleşen toplumun ilk örneklerinden birisi.

- Reklam -

Vonnegut’ın seçiminin manidar ve nokta atışı olmasının sebebiyse burada kendini gösteriyor. Tamamen estetik yönde bir aktivitenin bile makineler tarafından ele geçirilmesi, çok tekinsiz bir his yaratmıyor mu? Otomatik Piyano, gerçekten bu rahatsız ediciliği vermek için güzel bir örnek. Bunu yakın dönemden çok tanıdık bir dizi de kullanıyor hatırlarsanız, Westworld. Tam yazara özgü alaycı ve harika bir seçim olmuş.

Otomatik Piyano’nun İtalyanca çevirisinde ilgimi çeken bir özelliği de paylaşmak isterim. Dillerine “Piano meccanico” olarak çevrilmiş. Bu çift anlamlı bir söz. Hem otomatik piyano hem de mekanik plan anlamına geliyor. Çok uğursuz alet…
“Eskiden herkes kişisel bir beceriye veya çalışma isteğine ya da istedikleri karşılığında verebileceği bir şeylere sahipti. Ama şimdi makineler her şeyi ele geçirdi ve kimsenin verecek bir şeyi kalmadı. Çoğu insanın tek umudu, kendilerine bir şeyler verilmesi.”

Özgün ve Yaratıcı Tarz

Bu kitabın muadilleri olarak Biz, Cesur Yeni Dünya, 1984 gibi distopya kurgularını örnek verebiliriz. Benzeştikleri yönleri var. Vonnegut bizzat Biz ve Cesur Yeni Dünya’dan konuyu arakladığını da söylüyor. Ancak bu tabii ki mizahi bir söylem. Çünkü dönemleriyle de ilgili olarak hepsi benzer konuyu kendilerine göre işliyorlar. Her yazarın nevi şahsına münhasır üslupları kitabın ne ve nasıl olduğunu belirliyor.

Vonnegut farkını mizah ve alaycı tarzla gösteriyor. Bunun yanı sıra Otomatik Piyano’da düzen çok daha yeni ve oturmamış. Sızıntılı ve ince iplikte yürüyor. Belli bir yaşın ilerisindeki insanlar bu derece makineleşmeden önceki yaşamı deneyimlemişler veya sonrasında doğanlar birinci elden duymuşlar. Daha alışma tam anlamıyla sağlanmadığı için sorgulayan insan sayısı da daha fazla. Düzende gördüğümüz kusurlar daha fazla.

Vonnegut, dayatılan “ilerleme” güzellemesine karşıtlığını da koyuyor. O kadim soruyu sorguluyor; EPICAC gibi her şeyi kontrol eden bir bilgisayar olunca insan kalır mı? İlerleme her zaman o kadar muhteşem olmayabilir. Çünkü sorgulamadan tamamen bağnaz bir şekilde bu görüşü savununca, olabilecek tehlikeler kenara atılıyor ve ne yazık ki kenara atılan insan olabilir. Bu tehlikeler de azımsanmayacak kadar büyük. Teknolojinin toplumun önünde ilerlemesi çok sıkıntılı bir durum teşkil edebilir. Kolektif bir zihinsel gelişme çok önemli ve toplumun hazır olması belki de gereklilik. Bu yüzden her türlü ilerleme doğrudan kabul edilmeden önce saldırılmalı. Saldırılmalı ki ayakta kalıp doğru bir şekilde gelişsin.
“Siz tek kuruş masraf yapmadan,” dedi Halyard, “Amerika kaynaklarınızı incelemek, modernleşme planınızı hazırlamak, bunu başlatmak, halkınızı sınava tabi tutup sınıflandırmak, kredi ayarlamak ve makineleri kurmak üzere size her sahada yetenekli mühendis ve müdürler gönderebilir.” (…) “Bu ilk adımı atmadan önce, lütfen EPICAC’a insanların ne işe yaradığını sorar mısınız?”

Farklı Anlatım Şekilleri

Bir bölüm boyunca işini makinelere kaybetmekte olan berberin dünyayla ilgili görüşlerini ve söylenmelerini monolog şeklinde sunuşunu okuyoruz. Sporcu ve koç arasında geçen bir bölüm bambaşka bir deneyim sunuyor. Diğer bir yanda Amerika’yı ziyarete gelen Şah ve çevirmeninin eğlenceli ve düşündürücü bölümlerine tanık oluyoruz.

Ana hikâyenin dışındaki bu farklı izlenceler sayesinde hem kitabın dünyasını detaylarıyla tanıyor hem de bu vesileyle yazarın sistem hakkındaki eleştirilerini görüyoruz. Bu eleştirilere en güzel örneklerden birisi, “sıradan” insanlar dendiğinde Şah’ın çevirmeni duraksıyor ve dilinde karşılığı olmadığı için çeviremiyor. Bu yüzden Şah’ın halkındaki kölelerle benzerlikleri ve hakları olmasıyla birlikte, sıradan insan yerine köle anlamına gelen kendi dilindeki takaru kelimesini kullanıyor.

Çeviri, Editörlük ve Kapak

Kitabın çevirmen koltuğunda İrma Dolanoğlu Çimen oturuyor. Editörlüğüyse Kayıp Rıhtım takipçilerinin yakından tanıdığı ve sitemizin de takipçisi Algan Sezgintüredi tarafından yapılmış. Genel olarak temiz bir eser olsa bile yer yer  hatalarla karşılaştım. Belki bir son okuma yapılarak bir sonraki baskıda daha kusursuz bir hâle getirilebilir. Ancak şu anda başarılı bir seviyede olduğunu söyleyebilirim. Merak edenler April Yayınları’ndan dilimize kazandırılan bu eseri gönül rahatlığıyla okuyabilir.

Kapak tasarımıysa Eralp Güven’e ait. Açıkçası bu yayınevinden çıkan Vonnegut kitaplarındaki tasarım şekli hoşuna gidiyor. Özellikle yazarın konumlandırma şekli bir hayli güzel. Yazarın tarzını hissettirebilen bir tasarım diyebilirim. Bu kitapta da başarılı olmuş.

Son Sözler

İnsan merak ve keşif arzusuyla ilerleme basamaklarını durmadan tırmanıyor. Hiçbir engel insanı durdurabilecek güçte değil. Belki bir tanesi hariç: Makineler! İnsanoğlunun tüm çabası, en büyük yaratımına hâkimiyeti devretmek için mi? İnsanlık bir işe yaramadığı zaman var olabilir mi? Modernleşme her zaman övülmesi gereken bir kelime mi? Vonnegut usta ve iğneleyici kalemiyle tüm bunları masaya yatırıyor ve dayatılan “ilerleme” fikrini sorgulayıcı bakış açısıyla ziyaret ediyor.

İyi ve sorgulayıcı okumalar dilerim.

Cem Altınışık

1993 yılında Ankara’da doğdu. Çocukluğunun bir kısmını İzmir’de geçirdi ve şu an İstanbul'da yaşamakta. Psikoloji bölümünde eğitim gördü. Edebiyat, sinema, bilgisayar oyunları, müzik ilgisi ve bunları paylaşma sevgisiyle çeşitli kültür-sanat sitelerinde yazdı.

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

doctor who 11x6j

Doctor Who 11. Sezon 6. Bölüm: Doctor ile Politik Doğruculukta Bu Hafta

stan lee ust

Stan Lee Vefat Etti