in ,

Engin Türkgeldi: “Kötülük İyilikten Daha İlginç Bir Hikâyeye Sahip”

Kayıp Rıhtım Kitap Kulübü için forumumuza konuk olan Engin Türkgeldi ile, başta ilk kitabı “Orada Bir Yerde” olmak üzere oldukça kapsamlı bir sohbet gerçekleştirdik.

engin turkergeldi soylesi
- Reklam -
- Reklam -

Bir kitabı hep birlikte okumanın ve tartışmanın keyfi paha biçilemez. Biz de bu sebeple fikirlerin paylaşıldığı ve heyecanla yürüttüğümüz Kayıp Rıhtım Kitap Kulübü‘ne çok değer veriyoruz. Şevkle yürüttüğümüz kulübümüz altıncı durağında değerli yazar Engin Türkgeldi konuğumuz oldu. Hep birlikte “Orada Bir Yerde“yi okuduk ve tartıştık.

Etkinliğimiz bununla da kalmadı. Kayıp Rıhtım Forum üyeleri olarak Orada Bir Yerde‘ye ve genel olarak edebiyata dair sorularımızı Engin Türkgeldi‘ye yöneltme fırsatına eriştik. Türkgeldi de isteğimizi kırmayarak soru-cevap etkinliğimizin ilk ismi oldu.

Forumumuzdaki keyifli sohbetin ardından, öne çıkanları sizler için derledik. Etkinliğe katılan bütün üyelerimize ve Sevgili Engin Türkgeldi’ye teşekkür ediyoruz.

- Reklam -

hr

Orada Bir Yerde’ye hâkim karanlığın/kötülüğün ilhamı nedir?

“Orada Bir Yerde”ye bir karanlığın/kötülüğün hâkim olduğuna kesinlikle katılıyorum.

İşin doğrusu bu planlı bir tercih değildi. Kitaptaki öyküler oldukça farklı zamanlarda, farklı niyetlerle yazıldı. Ancak bir noktadan sonra bunları toplayıp bir araya getirme düşüncesi oluştu. Ancak o noktada dönüp bakınca öykülerin karanlık ve kötülüğe bulanmış olduğunu fark ettim.

Kötülüğün kaynağı olarak verdiğiniz tüm seçeneklerin payı var aslında. Çağımızdaki karamsarlığın ve bazı konulardaki umutsuzluğun da hepimiz kadar bana da sindiğini düşünüyorum. Öte yandan ”Orada Bir Yerde”de genel olarak çağdan ve kültürden bağımsız insanlık hallerini yazmaya çalıştım. Yani kötülük çağımıza veya coğrafyamıza özel değil, her zaman ve her yerde hep bir gölge insanlığın içinde duran bir kavram; insanın ayrılmaz ve doğal bir parçası gibi geliyor bana. Bizden öncekilerden daha az veya daha çok kötü değiliz bana kalırsa. O yüzden çağı suçlamaktan da imtina ediyorum.

Kişisel olarak, insanlık ve toplum hakkında biraz karamsar ve umutsuz sayılırım. Bunun bir yansıması da olabilir.

Tabii son olarak da, kötülük iyilikten daha ilginç bir hikâyeye sahiptir ve çoğu kez daha gerçektir diye düşünüyorum. Bu da işin edebî yönü olsa gerek.

Karakterlerinizi yaratırken hastalarınızdan esinlendiğiniz oldu mu?

orada bir yerde

Hastam olsun veya olmasın birebir esinlendiğim insan pek olmuyor doğrusu. Fakat bir kişinin bir jesti, tepkisi, anlattığı bir şey veya içinde olduğu durum parçalar halinde, biraz çarpıtılarak da olsa bazen yer buluyor öykülerimde. Yine de genel olarak gözlemden çok düşünsel bir süreç benim için karakter yaratmak. Büyük parçaları yansıtmaktansa, daha küçük parçaları birleştirmeye, eğip bükmeye daha çok eğilimim var.

Tıp okurken, bazı veremli hastaların bilerek kapı kollarına salyalarını sürdüklerini duymuştum. Hasta olmanın verdiği bu psikoloji çok ilginç gelmiş ve aklımdan hiç çıkmamıştı. İyi Kalpli Yolcu’da da bu olaydan esinlendiğimi söyleyebilirim.

Kuzey Savaşı sizin için özel bir şey ifade ediyor mu? Savaşın arkada bıraktıklarını çok güzel resmetmişsiniz. Ve sanki bu savaşın anlatacak daha çok hikâyesi var.

Kuzey Savaşı’nın benim için özel bir anlamı yok fakat savaşların toplum ve bireyler üzerine etkisi çok güçlü. Götürdükleri ve geride kalanlarıyla ben de yarattığım dünyada bir savaştan bahsetmek istedim. Kuzey Savaşı ismini tercih etmemin nedeni, yine belirli bir kültür veya zamana referans olmadan bir savaş ismi bulmaktı. Doğu veya batı ile ilişkili bilinçli ve bilinçdışı bir çok önyargımız ve varsayımımız olduğu için daha nötr olan Kuzey’i tercih ettim.

Herhangi bir empatiden yoksun olup tamamen zarar vermekten sadistik zevk alan kişileri öykülerinizde özellikle seçmeninizin nedeni var mı? Yani kötülüğün içeriğinin ne olacağına dair düşündünüz mü? Eğer böyleyse psikopati üzerine araştırma yaptınız mı?

Evet, oldukça ilginç bir tespitte bulunmuşsunuz. Gerçekten bir ölçüde empati yoksunu bahsettiğiniz karakterler. Öte yandan, ne kast ettiğinizi anlamakla birlikte, onları zarar vermekten sadistik zevk alan kişiler olarak tanımlamak bana biraz ağır geliyor. Çünkü çoğunun bu hareketi bencilce de olsa bazı nedenlere/temellere dayanıyor diye düşünüyorum. Zarar vermekten kuru bir zevkten farklı olarak hepsinin kendi travmalarını veya endişe/korku/takıntılarını bir şekilde aşmak/bastırmak için gerçekleştirdikleri hareketler bunlar. Örnek vermek gerekirse, iyi kalpli yolcu yaşadığı ağır kayıplar nedeniyle salgını yayıyor, Endülüs Köpeği’ndeki kahraman kendi anksiyetesinin geçmesi için o cinayeti işliyor veya İlk Görüşte Ölüm’deki kahraman kendi takıntısının hastalıklı olduğunu bilse de sonunda buna hâkim olamıyor ve aklındaki ideal uğruna sevgilisini öldürüyor. Bu bağlamda, tamamen zarar vermekten alınan zevkten öte kaygılar olduğunu düşünüyorum. Bencilce mi, kesinlikle; ama sadistçe değil bana kalırsa.

Bu arada psikopati hakkında özel bir araştırma yapmamıştım.

Kitabınızdaki öykülerde detay vermekten kaçınmışsınız. Tekinsizliği artırmak, kötülüğü nedensiz bırakmak, okuyucuyu yaşayan dünyaya dair özgür bırakmak gibi nedenleri olabileceğini düşünüyorum. Kitabınız bağlamında bu tercihinizin sebebi neydi?

Detaylar hakkında yorumunuz beni çok mutlu etti, zira yapmaya çalıştığım şeylerden biriydi. Bir eskiz gibi birkaç temel ayrıntı vererek sahneyi/olayı okurun zihninde kurmak ve boşlukları onun doldurmasını beklemek. Sahneler dışında, bazı öykülerde kimi önemli olayların nedenini ve hatta öykülerin sonlarını bilerek ortada bırakmaya çalıştım. Bu şekilde herkes boşluklarını kendi dolduracak ve kendi çıkarımlarını yapacak, bu da okuma tecrübesini zenginleştirecekti. Bir nebze becerebildiysem ne mutlu bana.

engin turkgeldi

Öykülerdeki diş çekilmesi, patlatılan irinler, pişirilen cesetler öyle betimlenmiş ki neredeyse görmek, hissetmek mümkün. Doktor olmanızın bu konuda size katkı sağladığını düşünüyor musunuz?

Aynı fikirdeyim, fiziksel olarak rahatsız edici o imgeleri oluştururken mesleğimin katkısı olduğunu düşünüyorum.

Trier’in, “İyi bir film ayakkabınızdaki çakıl taşı gibidir. Sizi rahatsız eder.” sözünü ele alırsak, sizce edebiyat da aynı gayeyi taşımalı mı?

Trier’in sözünü duymamıştım, çok hoşuma gitti. Teşekkür ederim. Sadece edebiyat değil, tüm sanat dallarının benzer bir anlayışı taşıması taraftarıyım. Tabii kişisel fikrim. Bazen Cesar Cruz’a bazen Banksy’e atfedilen, benzer, belki biraz daha kapsamlı bir söz var: “Sanat, rahatsızları rahatlatmalı, rahatları da rahatsız etmeli” (Art should comfort the disturbed and disturb the comfortable). Ben de belki bilinçli olarak yapmıyorum ama dönüp baktığımda bir seviyede bu anlayışla yazmış olduğumu fark ediyorum.

Orada Bir Yerde’deki öykülerin aynı evrende geçtiğine dair pek çok ipucu var. Bu fikir nereden çıktı? Kitabı oluştururken bu havayı yaratmak için öykülerde değişiklikler yaptınız mı yoksa bu durum öyküler art arda dizildiğinde kendiliğinden mi oluştu?

Evet, ilk başta böyle bir dünya yaratmak ve birbirlerine temas eden öykülerden bir kitap yazma düşüncesi yoktu aklımda. Birkaç öykümü kurgularken, anlatmak istediklerimi zamansız ve yeri belirsiz bir yerde çok daha etkili anlatabileceğimi düşündüm ve bu şekilde kaleme aldım. Arada çağımızda geçen öyküler yazsam da zamanla bu bahsettiğim dünyaya daha çok dönmeye, öyküleri burada daha çok kurgulamaya başladım. Bilinçli bir tercihten çok bir içgüdü gibi. Tabii daha önce başka bazı öykülerimde de yaptığım gibi, bir öyküdeki bir ayrıntıyı diğerinde kullanmaya başladım.

Küçük, eğlenceli edebî bir oyun olarak yapıyordum bunları. Bu kitapta ilk yazılan öyküler İyi Kalpli Yolcu, Saat Kulesinin Gölgesinde, Peygamber, Mükemmel Bir Gülüş olsa gerek. Bir yerden sonra öykülerimi kitaplaştırma fikri oluşunca yeni öyküleri bu evrende yazdım özellikle. Yine de kronoloji ve bağlantılar bu kadar sıkı değildi. Dosya bittikten sonra kafamda bu dünyaya ait bir kronoloji kurdum ve o sıraya göre öyküleri dizdim. Mevcut bağlantıların yanına yenilerini ekledim ve dosya bu şekilde oluştu. Özetle, kendi içinde tutarlı ve inandırıcı bir dünya yaratmaya çalıştım. Eğer başardıysam ne mutlu bana.

Orada Bir Yerde’de kısmen gördüğümüz bu tuhaf dünyada geçen yeni kurgular -öykü olur roman olur- görme ihtimalimiz var mı?

Aklımdaki yeni proje de yine bilinmeyen veya kadim bir dönemde geçiyor. “Orada Bir Yerde”ninki değil ama yine kendine has bir dünya. En azından bir kitap daha çağdaş dünyamıza dönmeyeceğim.

İlk kitabınızın Can Yayınları’ndan çıkması gerçekten bir başarı. Editörlük sürecinde öyküler ne oranda değişti? Bu süreçte aklınızda kalan bir anınız var mı?

Evet, bu konuda şansım yaver gitti gerçekten. Bir şekilde hayalimde olan yayınevi Can Yayınları’ydı ve öykü dosyamı ilk onlara ilettim. Kendimi kötüye hazırlamıştım açıkçası fakat kabul gelince çok mutlu oldum.

Editörlük sürecinde öyküler neredeyse hiç değişmedi diyebilirim. Bunda dosyayı iletmeden önce uzun süre ve dikkatle üzerinde çalışmamın rolü olsa gerek diye düşünüyorum. Süreç boyunca bana birer editör gibi detaylıca ve sabırla yardımcı olan sevgili arkadaşlarım Mevsim Yenice ve Gültekin Karakuş’un bu kitapta payı büyük.

altZine macerasına nasıl başladınız / nasıl dâhil oldunuz?

altZine’in benim için çok özel bir yeri var. Güzel sözlerin için öncelikle teşekkür ederim. altZine’a benim katılmam neredeyse kuruluşuna yakındır, 2000’lerin başına denk gelmiş olsa gerek. Benim yazı maceram Hayalet Gemi ile başladı. Lisedeydim, iki ayda bir çıkan bu çok farklı derginin müptelasıydım. Hayalet Gemi iki ayda bir tema seçerdi ve dışarıdan gelen metinlere de açıklardı. İlk öykülerim orada yayımlandı. Onun motivasyonuyla tam düzenli ve heyacanla yazmaya sarılmıştım ki dergi maalesef maddi sebeplerle kapandı.

Ben de yazmama vesile olacak, beni masanın başına çekecek bir mecra düşünürken, aslında bir anlamda Hayalet Gemi’nin kardeşi sayılabilecek fakat daha çok hypertext, etkileşimli görseller gibi o dönemin dijital olanaklarını kullanmaya özen gösteren altZine ile tanıştım. Her ay öykülerimi oraya gönderdim ve sonradan bu öykülerden bazıları altKitap’tan çıkan e-kitabım Gölgeler Ordusu’nun omurgasını oluşturdu. Altzine de benzer nedenlerle kapanana kadar orada yazmayı sürdürdüm. Ardından büyük bir boşluk geldi. Yeni bir ekip altZine’i tekrar kurunca bana da öykü veya metin gönderip gönderemeyeceğimi sordular. Memnuniyetle kabul ettim. Düzenli desteğimden bir süre sonra yayın kurulu üyeliği önerdiler. O gün bugündür, yani 4-5 senedir altzine ve altkitap yayın kurulundayım. ikisi de parçası olmaktan gurur duyduğum işlerden.

engin turkgeldi 1
Fotoğraf: Artful Living

Bir e-kitap yayınevinin yayın kurulunda olmanıza rağmen kitabınızı basılı yayımlamayı tercih etmişsiniz. E-kitap olarak yayımlanan bir eser basılı esere göre daha mı değersiz görülüyor sizce?

Bu soruyu daha önce kimse sormamıştı, çok güzel bir noktaya temas etmişsiniz, teşekkürler.

Kitabı, yayın kurulunda olduğum altKitap’tan çıkartmayı tercih etmememin iki nedeni var. Birincisi, yayın kurulunda olduğum ve diğer editörleri ile yakın arkadaş olduğum bir mecradan çıkartmak çok etik olmayacaktı. Yakın zamanda buna benzer örnekler mevcut; örneğin Semih Gümüş, Cem Akaş (o dönem Koç Üniversitesi Yayınları’ndaydı) ve Murat Yalçın. Hepsi de çok başarılı yayınevlerinin başlarında oldukları halde kendi kitaplarını başka bir yayınevinden çıkartmayı tercih ettiler. İkinci nedeni ise, basılı olarak daha farklı bir okur grubuyla tanışabileceğimi düşünmem.

- Reklam -

Kendi adıma e-kitapları veya dergileri daha değersiz görmüyorum. Zaten yıllarca elektronik platformlara yazmış ve uzun zamandır da bunların yayın kurullarında aktif rol alan biri olarak böyle düşünmediğim aşikâr.

Bahsettiğiniz bakış açısına sahip hiç de küçümsenmeyecek sayıda insan vardı fakat zamanla bu anlayışın kırıldığını düşünüyorum. Elektronik ortamda çok kaliteli işlerin çıkması, bu yayınlara ulaşımın kolaylaşması ve genel olarak yaşamın dijitalleşmesi bunda rol oynuyor olsa gerek. Artık daha çok içeriğe bakıldığını görüyorum. Birçok e-kitap veya e-dergi, basılı benzerlerinden çok daha kaliteli işler ortaya koyabiliyorlar. Öte yandan tabii ki belirli bir seviyenin altında kalan e-yayınlar da var. Bunun nedeni editöryal sürecin e-yayınlarda daha az işlemesi olabilir. Çünkü henüz basılı yayın yapan kurumlar kadar köklü, tecrübeli ve ekonomik olarak güçlü değiller. Zamanla bu açık da kapanacak ve okurlar elektronik veya basılı olmasının ötesinde kitabı/dergiyi seçmeye başlayacaklar diye düşünüyorum. Ayrıca bugün birçok yayın her iki platformda da varlık gösteriyor.

Uzun süredir dergilerin (matbu/çevrimiçi) mutfağında vakit geçirmiş biri olarak bu mecralardan neler kazandınız?

Dergilerden en büyük kazanımım motivasyon oldu doğrusu. Bazen bir yazı teslim tarihi vesilesiyle masanın başına geçip normalde bitirmeyeceğim bir öyküyü bitirdim. Ayrıca öykünün kabul alıp yayımlandığını, hatta okunduğunu idrak ettiğimde de yeni öyküler yazma isteğim arttı. Bununla beraber dergi arkadaşlıkları yol arkadaşlıkları gibi, beklenmedik, kısa fakat çok yoğun. Mutfağın diğer tarafına geçersem de editör olarak çok sayıda metin okuduğum için neyin işleyip neyin aksadığını okuya okuya görüp, kendimce çıkarımlar yapma imkânım oldu.

Şu an başka bir edebî proje üzerinde çalışıyor musunuz?

Şu anda kafamda bir proje var. Yine bir öyküler toplamı tasarlıyorum. Akademik yoğunluk nedeniyle henüz kağıda dökme fırsatım olmadı. Daha çok okumalarla, fikirleri kafamda evirip çevirmekle meşgulüm şu ara. Yaz ortasından itibaren aktif yazma sürecine geçmeyi umuyorum.

Bunun dışında zaman zaman tek öykülük projeler oluyor. Yakın zamanda İstanbul 2099 adlı kolektif kitaba bir öykümle katıldım. altKitap ve altZine yayın kurulundaki görevlerim, sürekli yürüttüğüm bir proje sayılabilir sanırım.

Kısa bir süre önce İstanbul 2099 adlı kolektif bir öykü derlemesinde yer aldınız. Kolektif projelerde çalışmak nasıl bir duygu? Ortaya çıkan işten memnun mu?

Kolektif projelerde çalışmak çok eğlenceli geliyor bana. Birisi sizi daha önce hiç bilmediğiniz sulara götürüp bırakıyor sanki. Böylece kendi konfor alanınızdan (konu, tür, uzunluk vb.) çıkıyorsunuz ve farklı bir şekilde yolunuzu bulmaya çalışıyorsunuz. Aynı anda sizin gibi başkalarının da benzer dalgalarla boğuştuğunu biliyor, onların aynı konuya nasıl yaklaştıklarını merak ediyorsunuz. Keyifli bir macera.

Ortaya çıkan işten ben çok memnundum. Çoğunu daha önce okuduğum ama tanışmadığım birçok yazarla aynı projede olmak mutluluk vericiydi. Aynı zamanda yeni yazarlar keşfetmemi sağladı. Oldukça farklı yerlerden, farklı biçimlerde baktığımızı bilmek heyecan verdi, hemen okudum herkes ne yazmış diye.

Engin Türkgeldi nasıl bir ortamda çalışır? Yazıya odaklanırken neler yapar?

Öyle törensel, olmazsa olmazları olan bir çalışma düzenim/ortamım yok açıkçası. Fakat genellikle sessizlikte, çoğu kez geceleri el ayak çekilince yazmayı seviyorum. Yine de sıklıkla bir yazı teslim tarihi yüzünden dışarıda bir kafede, kulağımda müzikle yazdığım da oluyor. Yazarken sadece yazıya odaklanıyorum, zaman zaman arka planda müzik de oluyor ama enstrümantal.

Peki siz kimleri okuyorsunuz?

Kimleri okuduğum sorusunu yanıtlamak her zaman zor. Çünkü beğeni değişebilen bir şey ve bir dönem insanı çok etkileyen bir yazar, bir süre sonra o kadar da harika gelmeyebiliyor.

Yine de benim için Italo Calvino, George Perec, Kurt Vonnegut, Juan Rulfo, Julio Cortazar, Gabriel Garcia Marquez, Julian Barnes, Jose Saramago, Paul Auster, Orhan Pamuk apayrı bir yerde durur.

Hem doktorluk yapıp hem de yazı yazmayı nasıl başarabiliyorsunuz? İki alanı birden götürmek nasıl fedakârlıklar gerektiriyor?

Doktorluk ve yazmak arasında ikili bir ilişki var. Bir yandan her gün farklı insanlar tanıyıp, farklı hallere tanık olmak besliyor. Öte yandan doktorluk, insanın hayatının merkezine engellenemez bir şekilde oturan bir meslek. Benim branşım da gecesi gündüzü olmayan bir branş, dolayısıyla 7/24 doktorum aslında. Bunun dışında akademik yönde de çalışmalar yürütüyorum. Onlar da mesai dışı vaktimin önemli bir kısmını alıyor. Dolayısıyla yazmaya ve okumaya asla istediğim kadar zaman ayıramıyorum. Bu nedenle bazen sosyal hayattan, bazen kişisel diğer keyiflerimden ve sıklıkla da uykumdan fedakârlık yapmam gerekiyor. Kimi zaman buna rağmen denge sağlayamadığım da oluyor. O dönemlerde de, bazen akademik çalışmaları bazen de yazmayı bir süre askıya almam gerekebiliyor maalesef.

Oscar Wilde’ın masallarını okudunuz mu? Yazarlığı ya da masalları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Oscar Wilde’ın Mutlu Prens’ini okumuştum masal sayılırsa ama çok küçüktüm. Sadece sevdiğimi hatırlıyorum. Oscar Wilde’ı çok severim, zekâsına ve ironisine hayran olmamak elde değil. Dorian Gray’in Portresi olağanüstü.

Heyecanla yazdığınız bir paragrafı daha sonra editörünüz burası fazla ya da gereksiz diye tamamen çıkartılması gerektiğini önerdiğinde ne hissediyorsunuz? Ya da siz bu şekilde metinlerde oynama yaparken sayfalarca sözcüğü bir anda silip atabiliyor musunuz?

Editörümün direkt çıkarmamı istediği bir paragraf olmadı fakat okuttuğum ve fikirlerine önem verdiğim arkadaşlarımın bazen böyle önerileri oluyor. Önce refleks olarak itiraz ediyorum açıkçası. Biraz tartıştıktan sonra ikna olursam çıkartıyorum çünkü içten içe onun oraya uygun olmadığını fark ediyorum ben de. Tabii benzer bir durumu kendim okurken de yaşayabiliyorum. Okuduğum bir cümle yanlış veya gereksiz geliyor. Bazen güzel bulduğum bir cümle veya sahneyi, gayet düzgün olsalar da öyküye uymadıkları/fazla geldikleri için tamamen silmek gerekiyor. İçim acıyor doğrusu silerken. Ama yapmak zorundayım çünkü öykü gibi tasarruflu, kompakt bir türde (romanın aksine) bu tip lükslere pek yer yok diye düşünüyorum.

Kitabı çıkmış olan bir yazarın yazma sorumluğunda nasıl değişimler oluyor?

Yazma sorumluluğundan kast ettiğiniz şeyin belirli bir sıklıkta yazmak ve ortaya bir yapıt koymak; yazarken de bir beklentiyi karşılamak olduğunu varsayarak cevap vereceğim izninizle.

Bir öyküyü yazarken veya kurarken açıkçası okuru düşünmüyorum. Elbette ki öykü okunsun, beğenilsin istiyorum, demek istediğim bu değil. Demek istediğim, belirli bir kesimin zevkine veya doğrularına göre öykümü şekillendirmiyorum, bunu gözetmiyorum. Kendimin okumaktan zevk alacağı öyküler yazmaya çalışıyorum ve orada bir yerde benimle benzer beğenilere sahip okurlar varsa onlar da zevkle okur diye umuyorum sadece.

Belirli bir sıklıkta eser yayımlamak konusunda da insan üzerinde adı koyulmamış bir baskı hissediyor açıkçası. Birçok kişi yeni kitap ne zaman çıkacak diye soruyor. Öte yandan bahsettiğim üzere günlük hayatım istediğim kadar yazmama engel oluyor genelde. Çalakalem, kitap çıksın bir an önce diye yazmak yerine içime sinen öyküleri toplayıp geç de olsa kitaplaştırmayı tercih ederim doğrusu.

Kısaca, kitap çıksa da yazma düzenim ve tarzımda veya hissettiğim sorumlulukta büyük bir fark olmadı. İyi öyküler yazıp vakti gelince iyi bir kitap çıkarmak istiyorum, hepsi bu.

orada bir yerde ust

Yeni bir yazar ilk kitabı yayınlandıktan sonra gerek maddi anlamda gerekse okur/eleştirmen dönüşleri anlamında ne beklemeli?

Herkesin ilk kitap tecrübesi farklı olsa gerek. Benim kitabım fark edildi ve genellikle olumlu yorumlar aldı, bu konuda kendimi çok şanslı hissediyorum. Elbette bir dergide veya sitede olumlu bir eleştiri veya yorum okumak, bazen kişisel olarak (sanal veya gerçek) görüşlerin paylaşılması ve üzerine konuşulması insanı mutlu ediyor. Olumsuz eleştiriler de zaman zaman oluyor fakat bu kaçınılmaz bir durum zaten.

Kitabı yeni çıkan bir yazarın okur veya eleştirmen açısından çok ciddi bir beklentiye girmemesi bence en iyisi. Bunlar olduğu zaman insanı mutlu eden şeyler ama kitabın çıkmasının ve okurla buluşmasının mutluluğunu bunlara yüklemek çok doğru gelmiyor bana. Fark edilmeyen veya hakkı teslim edilmeyen çok iyi kitaplar da mevcut çünkü. Maddi anlamdaysa 3-4 baskı yapsa bile anlamlı veya bel bağlanacak bir dönüş beklememeli, zira çoksatan seviyesinde olmadıktan sonra telifle geçinmek pek olası değil.

Sonsuza kadar tek bir kitabı okuyabilecek olsaydınız, bu hangisi olurdu?

Bu gerçekten ölümcül bir soru olmuş. Düşünmem gerekti çok. Sanırım Italo Calvino’nun Görünmez Kentleri olurdu. Çünkü o hap kadar öykülerin her birinde hayal gücü ile zenginleşen birer dünya nüvesi var. Hepsi farklı okumalara açık.

Orada Bir Yerde’de Nick Cave alıntısı vardı. Başka hangi müzisyenleri seversiniz?

Nick Cave en sevdiğim müzisyenlerden biri. Her zaman ilham veriyor. Onun dışında dinlemeyi sevdiğim müzisyenler/gruplar Bob Dylan, Smashing Pumpkins, Rolling Stones, Jimi Hendrix, the Black Keys, Bush, Massive Attack, Portishead, Sneaker Pimps, Placebo, the Black Angels, Depeche Mode, Florence and the Machine, Moby, Morrisey, the Doors, Jack White… Liste uzadıkça uzuyor, sanırım bitirmem lazım.

Bizlere tavsiye edebileceğiniz, kesinlikle göz atmalısınız dediğiniz yeni kuşak yerli yazarlar var mıdır?

Genel bir tavsiye vermek çok zor ama aklıma ilk gelen isimler Mevsim Yenice, Gamze Arslan, Mustafa Çevikdoğan, Ferhat Özkan. Elbette burada adını anmadığım çok başarılı yeni kalemler de var.

Son olarak Kayıp Rıhtım hakkındaki yorumlarınızı duymak isteriz.

Kayıp Rıhtım benim geç keşfettiğim ve bu gecikme için hayıflandığım bir platform. Her türlü güçlüğe rağmen yıllardır böylesine özelleşmiş bir alanda kaliteli ve tutarlı içerik sunabilen; kendi değerlerini oluşturabilmiş; üyelerinin basit takipçilerden çok neredeyse aile/dost olduğu birleştirici ve katılımcı olduğu bir yer burası ve bu çok hoşuma gidiyor.


Sohbetin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

* Orada Bir Yerde: Tam Dilimin Ucunda

1 Yorum BULUNUYOR


  1. Avatar for wifhty_zet wifhty_zet dedi ki:

    Çok etkilenmiştim. Her öykü beni peşinden sürüklemişti. Kitapta yazılanlara sadık kalınarak ustasından çekilecek bir dizisi harika olurdu. Özellikle son öyküyü ekranda görmek beni heyecanlandırıyor.

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

shazam on inceleme

DC’nin Yeni Filmi Shazam Nasıl Olmuş? (Spoiler’sız Video)

avengers endgame

“Avengers: Endgame”den Kısa Ama Dolu Bir Tanıtım Videosu Geldi