Selçuk Orhan ile gerçekleştirdiğimiz keyifli bir söyleşi ile sizle buluşuyoruz. Yazar, Müderris ve Virtüöz kitabında bizi bu kez tarihsel bir dekorun içinde gezintiye çıkarıyor. Hem de Franz Liszt ve Ahmet Cevdet ile birlikte 19. yüzyılın İstanbul’unda…
Haziran 1847’de Franz Liszt’in İstanbul’a gelmesiyle başlayan roman başta klasik müzik olmak üzere, bir yandan güzel sanatların dalları arasında dolaşarak derin maceralar arasında sürüklüyor okuru. Yaklaşık beş yıllık uzun bir çalışmanın ürünü olan bu romanı, yazarı Selçuk Orhan ile konuştuk.
Selçuk Orhan: “Müzik ya da Müzik Tarihi Üstüne Bir Roman Yazmak Hep Aklımdaydı”
Müziğin bu denli işlediği metinler bana hep ilgi çekici gelmiştir. Böyle bir roman yazmak Liszt dinlerken mi aklına gelmişti?
Aslında Schubert dinlerken planlamaya başladım romanı. Winterreise başta olmak üzere Schubert lied’lerine kafayı takmıştım. Der Wanderer an den Mond en sevdiğimdir. Schubert’le ilgilenmeye ne zaman başladım? Haneke’nin Piyano Öğretmeni’ni izledikten sonra sanırım. O film de Elfriede Jelinek’in romanından uyarlamadır. Müzik ya da müzik tarihi üstüne bir roman yazmak hep aklımdaydı. Liszt’i yazdım, çünkü yazmak istediğim çağda İstanbul’a gelenler arasında en büyük müzik adamıdır. Liszt de kuşkusuz Schubert’in en büyük hayranlarındandı ve lied’lerinin bir kısmını piyano müziğine uyarlamıştı. Romanda bunlara göndermeler var. Erlkönig, Auf dem Wasser zu singen…
Müzikle günlük hayatta ilişkin nasıl, genelde klasik müzik mi dinlersin? Liszt’in aynı zamanda modern anlamda turneleri başlatan kişi olmasının onu ele almanda etkisi oldu mu?
Galiba daha çok klasik Batı müziği ve klasik Türk müziği dinliyorum. Elbette halk türküleri, pop müzik, caz… Sanırım her türde dinleyebiliyorum ama her türde kendime göre seçtiklerim, takıntı hâline getirdiklerim var. Liszt, gezgin bir piyanist gerçekten; Avrupa’nın neredeyse bütün kentlerini dolaşmış. Bunda tabii piyanonun ve konser salonlarının Avrupa’da yaygınlaştığı bir dönemde yaşamış olmasının da etkisi var. Liszt, önce bir virtüöz, yani piyanoda üstün beceriye sahip bir müzisyen olarak ün kazandı. Yaşadığı dönemde virtüözlük bir çeşit gösteriydi; insanlar sadece müzik dinlemeye değil, sirke gider gibi “piyanoyla neler yapabiliyor?” diye seyretmek için geliyordu. Bunu başlatan aslında biraz da Paganinni’dir; kemanın sınırlarını zorlayan, izleyenleri şaşırtan becerileri vardı. O yıllarda bir piyanist ya da kemancı için virtüözlük iyi bir kazanç kapısıydı.
Sadece Liszt değil, bugün adını daha az duyduğumuz Kalkbrenner, Thalberg gibi başka virtüözler de sayılabilir. Hatta Thalberg yanlış hatırlamıyorsam ABD’ye bile gitmiştir. Ama konser piyanistliğine çok hevesli olmayan, bestecilik ile yetinenler de olmuştur. Chopin böyledir mesela… Hatta Liszt bu anlamda bazen Schumann gibi çağdaşları tarafından biraz hafife alınmıştır. O sadece virtüözdür ama yaratıcı bir besteci sayılmaz diye arkasından konuşan az değildir. Ama adı Chopin, Schumann gibi isimlerin yanına yazıldığına göre bu doğru bir yargı değil. Liszt’in besteleri bugün hala piyano literatürünün en önemli eserleri arasındadır.
Selçuk Orhan: “Ahmet Cevdet’e Doğu mu diyeceğiz Batı mı?”
Liszt ile Ahmet Cevdet’in öykülerini bir araya getirmek, bir çeşit doğu-batı kıyasının yansıması mı?
Evet ama roman okunursa şu açıkça görülür sanırım; bence ne Doğu sadece Doğu, ne de Batı sadece Batı. Ahmet Cevdet bizde aslında modernleşme sürecinin bir parçasıdır. Modern ölçülere uygun ilk hukuk metinlerinin oluşmasına öncülük etmiştir. Az bilinir ama genç yaşlarından başlayarak Şirket-i Hayriye’nin kuruluşu, eğitim reformunun başlatılması gibi süreçlerde kritik rol oynamıştır. Şimdi Ahmet Cevdet’e Doğu mu diyeceğiz Batı mı?
Roman içerisinde sık sık başka metinlerle kurulan bağlar var. Zaman zaman neredeyse bir okuma listesi çıkarılacak kadar eser adı geçiyor. Bunu diğer kitaplarında, özellikle 40 Hadis’te de görebiliyoruz. Tüm bu adı geçen kitapları inceleme ya da görme fırsatın oldu mu? Aralarında hayali olan kitaplar var mı?
Müderris ve Virtüöz’de sözü edilen ‘hayali’ bir kitap yok. 40 Hadis’te de yok. Sözünü etmişsem çok büyük olasılıkla okumuşumdur.
“Türkiye’de Roman Yazmanın Zorlayıcı Yanı…”
Liszt’i özellikle seçtiğini biliyoruz. Dolayısıyla onun yaşadığı dönemi resmederken Sultan Abdülmecit’ten de bahsetmek durumundasın. Dönem romanı yazmanın böylesi zaruretleri göz önüne alındığında Müderris ve Virtüöz’ü yazmanın en zorlayıcı yanı neydi?
Sultan Abdülmecit’ten söz etmem zaruret değildi. Örneğin Reşit Paşa’ya değiniliyor romanda ama bir karakter olarak ortaya çıkmıyor. Ya da Hüsrev Paşa’ya. Bunlar o dönem için Sultan Abdülmecit’ten çok daha etkili kişiler. Romanda böyle zaruretler olmaz, fantastik kurgu yazarı olsaydım Viyana kuşatmasını ele alıp Mozart’ı gizlice Türk ordusuna sızdırabilirdim örneğin; mehter takımına katılırdı mesela… Ya da zaman yolculuğu gibi artık cılkı çıkmış temayı alıp bugünden birini 1847’ye gönderebilirdim. Türkiye’de roman yazmanın zorlayıcı yanı şu: Az işlenmiş ya da yüzeysel geçilmiş bir konuda özel, farklı, değerli bir ayrıntı bulup geliştirdiğinizde bunu sezebilen, görebilen, sevebilen okur bir elin parmaklarını geçmez.
Vautrin bence çok özel bir karakter. Bu karakteri yaratırken ona ilham veren kişi ya da kişiler kimlerdi ve onu yazarken neler düşündün?
Meraklı okur Vautrin’de hem ismiyle hem cismiyle bir Balzac göndermesi olduğunu anlayacaktır.
“Linç Kültürü Tipik Lümpenlik, İkiyüzlülük…”
Bölüm girişlerinde ilgili bölümün fabulasını çıkaran yönlendirici kısımlar içeren; içinde bolca sanat, edebiyat ve yazmalar geçen bir roman olması Eco’nun Gülün Adı romanını hatırlattı. Bu bağlamda Müderris ve Virtüöz’ü kitaplıkta yan yana koymak isteyeceğin kitaplar var mı, varsa hangileri?
19. yüzyılda Batı’da yazılmış seyahat kitaplarının hepsinde bölüm başlarında özet alt başlıklar vardır. Hayatı kolaylaştıran, basit bir çözüm. Aynı zamanda merak uyandırmak için bir imkân. Bu romanın Kemal Tahir’le Orhan Pamuk arasında bir yerlerde aranmasını öneririm.
Tarihi bir romanın ciddiyeti sebebiyle bir otosansür söz konusu oldu mu? Örneğin bu romanı linç kültürünün daha düşük olduğu bir ortamda yazsaydın Ahmet Cevdet’in Ester’le ilişkisine cinsel açıdan nispeten aşırı yorumlar getirmek ister miydin?
Hayır olmadı. Ahmet Cevdet’le Ester arasında olgunlaşmış bir ilişki aslında yok. Sansüre kalkışsaydım ücretlerini alamadıkları için medreseyi basan fahişelerden söz etmezdim. Zaten günümüzde cinselliği anlatmak pek de öyle cesaret isteyen bir şey sayılmaz. İnsanlar Tinder’da birileriyle buluşup tanışmalarının 10. dakikasında mahrem yerlerinin fotoğraflarını paylaşıyor. Cinsellikle donatılan anlatıların “sıra dışı” olduğu zamanlar geride kaldı; bu saatten kimse artık Henry Miller ya da D.H. Lawrence olamaz. Linç kültürü denen şey tipik lümpenlik, iki yüzlülük… Dikkate alınacak bir yanı yok.
“Karakterleri Nesneler Olarak Görüp Kurmaya Çalışırım”
Daha önceki romanlarında genelde günümüz insanını ele aldığın gözlemleniyor. Tarihi şahsiyetleri ve farklı bir dönemi ele almanın sana çekici gelen tarafı ne oldu? Günümüzden bir öykü anlatmaya göre zorlukları neler?
Yaşamadığım bir dönemi anlatmak bir çeşit yabancılaşma mesafesi koymayı kolaylaştırıyor. Çoğu yazar kendisini bir karakterle özdeşleştirme ve bu özdeşleşmeyi okura sevdirme çabasında oluyor. Ben başından beri karakterleri nesneler olarak görüp kurmaya çalışırım. Derinliklerini böyle sağlıyorum. Özdeşleşme kalkınca insan tarihe dönüşür. O zaman bir karakteri dürtüleri değil tarihle ilişkisindeki gerçek çizgilerden görmeye başlarsınız. İnsan kendine de böyle bakabildiğinde olgunlaşma yoluna girmiş demektir. Tarihten bir dönemi yazmak bu süreci geliştiriyor ama kolaylaştırmıyor. Okumak, anlamak ve biraz da tartışmak gerekiyor.
Sadece roman ve hikâye değil, Oğuz Atay üzerine bir araştırma kitabın da var. Bundan sonra tezgâhta yeni bir roman mı yoksa başka bir eser mi var, okurların için nasıl bir çalışma şekilleniyor?
Oğuz Atay üstüne araştırma değil bir çeşit basitleştirilmiş monografi yazdım. Araştırma demek abartılı olur. 100 Soruda Oğuz Atay, yazara ve yapıtlarına girişi kolaylaştırmak, Atay okurunun heyecanını artırmak için yazıldı. Birkaç proje var önümde, hangisiyle ilerleyeceğimi henüz bilmiyorum.
Selçuk Orhan ve son kitabı Müderris ve Virtüöz üzerine görüşlerinizi Kayıp Rıhtım Forum’da bizimle paylaşabilirsiniz.
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!