İş Bankası Kültür Yayınları için yaptığım “Usta ve Margarita” çevirisi kısa bir süre önce kitaplaştı ve okurlarla buluştu. Kitabın çevirisi başka işlerle de uğraşma mecburiyeti nedeniyle iki yıl sürdü. Şikayet ettiğimi söyleyemem, aksine, bu iki yılın her anından büyük keyif aldım. Çünkü bana emanet edilen yirminci yüzyılda yazılmış Rus romanları arasında belki de en önemlisi, hatta dünya edebiyatının en iyilerinden biri idi.
Keyif aldım almasına, ama upuzun ve alabildiğine narin bir ipe dizilmiş yüz yirmi bin boncuğu bir ipten çıkarıp sağa sola saçmadan ve sırayı bozmadan diğerine dizmek hiç de kolay olmadı. Bazı anlarda ellerimin titrediğini itiraf etmem lazım.
Usta ve Margarita çeviri hikayemi, bu anlar arasında temsil kabiliyetinin yüksek olduğu düşündüğüm bir tanesi üzerinden anlatmak istiyorum. Bu an tek bir kelimenin çevirisini ilgilendiriyor. “Yüz yirmi binde bir nedir, okyanusta bir damla!” diye düşünenler olabilir. Bense damladaki okyanusu göstermeye çalışacağım.
Okuyanlar hatırlayacaktır, 3. bölümün sonunda epey çarpıcı bir tramvay sahnesi var. Sahnenin öncesinde Şeytan romanın en talihsiz kahramanı Mihail Aleksandroviç Berlioz’a kafasının kesileceğini haber verir. Hem de emperyalist işgalciler değil, bir kadın, bir komsomol, yani komünist gençlik örgütü üyesi tarafından. Gerçekten de kısa bir süre sonra Berlioz tramvayın altında kalır. Son anlarında gördüğü şeylerden biri de tramvayın kadın makinistinin yüzü olur.
Çevirimde ilgili kısım şöyle:
“… tutulması imkansız bir kuvvetle son sürat üzerine doğru gelen kadın makinistin dehşetten bembeyaz olmuş yüzünü ve kan kırmızısı eşarbını ayırt etti.”
Biraz daha yakınlaştıralım:
“… dehşetten bembeyaz olmuş yüzünü ve kan kırmızısı eşarbını…”
Burada püf noktası şu: Woland Berlioz’a bir komsomol tarafından kafasının kesileceğini söylediğine göre, kadın makinistin komsomol olduğunu anlamasını sağlayacak bir işarete ihtiyaç var. Bu da kırmızı bir eşarp, üstelik sıradan kırmızı da değil, kan kırmızısı bir eşarp.
Metin çevirirken klavyeme bazen kafamdaki hazır imgeler eşlik eder. Kimi yerde sözlükten teyide gerek duymadan kafamdaki imgelere güvenerek Türkçe karşılıklar bulurum. Ne var ki bu tip imgeler bazen yola sağ salim devam etmeme yardımcı olurken, bazen de beni yarı yolda bırakır.
Söz konusu cümleyi çevirirken döneme meraklı olanların da aşina olabileceği kadın komsomol imgesinden hareket ettim. 1920’lerin ve 30’ların grafik sanatı, o yıllarda moda olan, ve tramvay kullanmak dahil, hayatın her alanında aktif bir biçimde yer alan komsomol üyesi kadınların alameti farikalarından kırmızı eşarbı betimlemeyi pek sever. İşte birkaç örnek:
Gelelim elimin titrediği ana.
Çeviri tamamlanıp yayınevine teslim edildikten sonra hummalı bir redaksiyon süreci başladı. Redaktör çeviriyi Rusça orijinal metinle karşılaştırırken, koordinatör pozisyonundaki editör de bir nevi sağlama yapmak amacıyla kabul görmüş bir İngilizce çeviri ile kıyasladı, ilaveten temasta olduğu Rus dili hocalarından görüş alıp uyarılarını ve düzeltme önerilerini bana aktardı.
Hiç beklemediğim bir biçimde bizim kırmızı eşarp da redaksiyona takıldı. “Al işte!” diye gümlerdi herhalde Mihail Aleksandroviç’in kafasında. İvanuşka ise daha sert bir tepki verirdi muhtemelen.
Editör, hocaların benim eşarp ile karşıladığım pavyazka kelimesinin pazubent şeklinde çevrilmesi gerektiğini söylediğini, üstelik romanın İngilizcedeki en prestijli baskılarından Penguin Books edisyonunun da (Pevear ve Volokhonsky) Rusça hocalarıyla hemfikir olduğunu iletiyordu. Sonradan kendim de görecektim, meşhur Ardis’in bastığı çeviri de (Burgin ve Tiernan O’Connor), hatta Grove Press’in yayımladığı Ginsburg çevirisi de Berlioz’un son anlarında fark ettiği ve bu sayede kendisini öldürenin bir kadın komsomol olduğunu anlamasını sağlayan şeyin kırmızı bir pazubent olduğunu söylüyordu.
Lise zamanı bir keresinde dalgınlıkla servise terlikle binip, okula öyle gitmek zorunda kalmıştım. Sersemliğim ancak o günle kıyaslanır. Tek fark, bu kez herkesin kolunda pazubent, benim başımda eşarp!
Hatam yüzüme vurulunca sözlüklere koştum doğal olarak. Lügat-ı Ojegov ve dahi Uşakov, hatta Dmitriyev, pavyazka denen nesne vücudun bir parçasının etrafına sarılan, enli kumaş parçasıdır diyordu. Sargı bezi, pazubent, boyunbağı, bandana, ya da saç bandı gibi. Eşarp yok! Ünlü çevirmen Glenny’nin “necktie” (boyun bağı) ve Karpelson’un “headband” (saç bandı) tercihleri de bu tanımlara uyuyor. Kitabı Azericeye çeviren Saday Budaqlı’ya ait “al-qırmızı sarğı” karşılığı da öyle. Ama “eşarp” diyen yine yok.
Bu arada, ha eşarp, ha pazubent, ne fark eder, diye düşünen yoktur umarım. Okuduğu kitaba ilgisi olay örgüsünden ibaret olmayan, hikayeyi kafasında detaylarıyla canlandırmayı sevenler için aradaki fark son derece mühim. Bir an için bir grafik sanatçısının kitabı resimlediğini hayal edelim. Romandaki en çarpıcı anlardan biri olan tramvay sahnesinde makinisti nasıl resmedecek? Başında kan kırmızısı eşarbıyla mı, yoksa kolunda pazubentle mi? Yoksa boyunbağıyla mı? Yoksa al-qırmızı sarğıyla mı? Fark mühim.
Ne var ki, otorite sözlükler “pavyazka pavyazkadır, platok (eşarp) ya da kasınka (baş örtüsü, yazma) ile ilgisi yoktur” dese de zihnim bunu bir türlü kabullenmiyordu. Üç sebepten ötürü:
1. Yerde yatan ve can vermesine ramak kalan bir adamcağız kendisini öldürmek üzere son sürat üstüne doğru gelen tramvay makinistinin önce “dehşetten bembeyaz olmuş yüzünü” görüyor ve sonra gözleri koluna kayıp burada takılı pazubendi mi seçiyor? Dehşetten bembeyaz olmuş yüzü ve kan kırmızısı eşarbı tek bir anda fotoğraflamış olması daha olası değil mi?
2. Sovyet Rusya’da komsomolların pazubent taktığı vakıadır. Ama çalıştıkları iş yerinde, ya da gündelik hayatta değil, özel bir görevde bulundukları sırada. Mesela kortejden sorumlu oldukları 1 Mayıs gösterisi sırasında, ya da mahallelerde asayişi sağlamak için polise gönüllü yardım eden ve drujinnik tabir edilen görevdeyken.
3. Ve asıl önemlisi tramvay sahnesini resimleyen Rusyalı grafik sanatçıları neden makinisti ısrarla eşarp takmış halde gösteriyor?
Çevirmenlik hayatımda karşılaştığım en büyük zorluk nedir diye sorsalar, tereddütsüz yapıtını çevirdiğim yazarın ölmüş olmasıdır derim. Ne yazık ki bir telgraf çekip makinist kızcağızın aslında ne taktığını Mihail Afanasyeviç’e sorma şansını sonsuza dek yitirmiş durumdayım.
Hiç değilse elyazmaları olsaydı elimin altında, ya da taslakları. Çünkü yazarlar sık sık cümleleri, kelimeleri yenileriyle değiştirir. Kimi zaman ilk tercihler ikinci tercihlerden daha açık yazılmıştır ve böylelikle yazarın niyetine ışık tutarlar.
Tesadüfe bakın ki, elyazmaları gerçekten yanmıyor. 1928-1940 yılları arasında yazılan romanın el yazısı ve daktilo taslakları ve bilcümle redaksiyonu bugün Rusya Devlet Kütüphanesi’nde koruma altında. Ve yine tesadüfe bakın ki, genç kuşak Bulgakov araştırmacılarından Yelena Kolışeva bu redaksiyonları bir araya getirerek 2015 yılında Moskova’da yayımladı. Ve yine tesadüfe bakın ki, az sayıda basılan bu çok özel yayının ilk kopyalarından birini çıktığının ertesi günü bir koşu gidip almıştım. Şanslı günümdeyim demek ki!
Açıp bakıyorum. Kitabın 1932-1936 yılları arasında yazılmış ikinci redaksiyonu. İşte cümlenin ilk hali:
“İ uvidel, şto vagonovajataya moloda, v krasnom platoçke no bela kak smert litsom.”
“Ve kadın makinistin genç olduğunu, kırmızı eşarp taktığını, ama yüzünün ölü gibi beyaz olduğunu gördü.”
Bingo! Platoçek! Ne pazubend, ne boyun bağı, ne de bandana. Halis muhlis Rus baş örtüsü.
Devam. 1936 tarihli üçüncü redaksiyon. Cümlenin ikinci hali:
“… nad soboy uvidel v oslepitelno osveşonnıh styoklah jenskuyu golovu v krasnom platoçke.”
“… tepesinde göz kamaştırıcı bir ışıkla aydınlanan camların arasında kırmızı eşarp içinde bir kadın kafası gördü.”
Yine devam. 1937 tarihli dördüncü redaksiyon. Cümlenin üçüncü hali:
“Ona bıla v krasnoy pavyazoçke.”
“Kırmızı eşarp (pavyazoçka) takmıştı.”
Bulgakov’un neden platok-platoçek’ten pavyazka-pavyazoçka’ya geçiş yaptığını bilmiyorum. Ukrayna geçmişi olan yazarlarda Rusçayı kendine göre esnetme eğilimi hep vardır. En bilinen örneği Gogol. Ölü Canlar’da Rusça söylenişe aykırı azımsanamayacak sayıda ifadenin olduğu iyi bilinir mesela. Belki böyle bir durum söz konusu. Belki pavyazka’nın söylenişini, platok’tan daha yumuşak ve daha melodik buldu yazar: “álaya pavyázka”, ki Rus yazı erbabı buna her zaman dikkat eder.
Editörüme eşarp kararımdan emin olduğumu söyledim. O da, sağ olsun, bana itimat etti.
Kelimeyi pazubent ile karşılayan çevirmenleri kınamıyorum. Çevirmenin sözlüğe sadık kalmaya çalışması çevirmenlik açısından yüz vakanın doksan dokuzunda doğru tavır bence. Ama belki de bu yüzde birlik dilimde kalan vakalardan biridir. Çevirmenin hainliğinden dem vuran o ünlü söze ekleme yapmalı belki de. Belki sözlüklerin de doğasında var biraz ihanet.
Tadını çıkarmanız için iki fotoğrafla bitirmek istiyorum yazıyı. İlki 1930’larda Taşkent’te kadın tramvay makinistlerinin eğitildiği bir yerleşkede çekilmiş. İkincisi ise tam da 1928’de, yani Bulgakov’un Usta ve Margarita’yı yazmaya başladığı yılda ve yine tam da romandaki olayların bir kısmına ev sahipliği yapan Sadovoye Koltso üzerindeki tramvay hattında çekilmiş. Kim bilir, yazara ilham veren komsomol fotoğraftakidir belki.
Mustafa Kemal Yılmaz
Kendisinin kişisel blogunu buradan ziyaret etmeniz mümkün.
Tek kelimeyle muazzam bir dosya.
Kısa film tavsiyelerinden tutun da Köpek Kalbi’nde geçen şarkılara kadar, Şarap Dumanları’nı takip etmekteyim efendim. Ne desem hayranlığımı ifade etmeye kâfi değil. Başımdaki şarap dumanlarıyla çevirilerinizin devamını diliyorum ancak
Ne keyifli bir yazı olmuş. Ellerinize emeğinize sağlık. Sizin gibi kılı kırk yaran çevirmenlere ihtiyaç var.
Ne güzel bir benzetme…
DüÅüncelerime göre çevirmenlik olsun editörlük olsun zor meslekler. Zira hakkını vermek için titiz ve hummalı bir çalıÅmanın yapılması ve önemli kararlar alınması gerekiyor. Dolayısıyla hakkı verilen metinler çevirmenlerin ve editörlerin hem okura hem de yazara saygı duyduklarını gösteriyor. Saygıyı hak ediyorlar, saygı duyuyorum. KeÅke herkes özense diye aklımdan da geçirmiyor deÄilim.
“İyi bir çevirmen mutlaka Türkçeye de çok iyi hâkim olmalı,” sözünün hayat bulmuş hâli, hatta kanlı canlı (mürekkepten) bir kanıtı gibi olmuş yazınız. O kadar akıcı bir dille, o kadar keyifli bir şekilde anlatmışsınız ki hikâye okur gibi okuyor insan.
Tabii bize okuması kolay; çeviriyi yaparken yaşadığınız buna benzer yaman çelişkileri bir siz bir de eskittiğiniz dirsekleriniz bilir. Yine de araştırmacı-çevirmen ruhunu güzel yansıtmış, sorunun cevabını ustaca bulmuşsunuz.
Hem yazı hem de çeviri için elinize, emeğinize sağlık.