Adil Öztürk, Kent Kitap etiketiyle geçen ay yayımlanan yeni serisi Güneş Tohumu üçlemesinin ortaya çıkış sürecini Kayıp Rıhtım için anlattı.
Yolculuk Aşkın Güngör’ün başlattığı Esrarengiz Hikâyeler adlı topluluk için Açlık Meselesi adlı bir öykü yazmamla başladı. Hortlak anlatısına zıt yönden bakan bir öykü yazmak istememle ortaya çıkan bu korku hikâyesi, Işıklar Kenti adında kurgusal bir şehirde geçiyordu. O zamanlar sadece bolca sokak aydınlatması olan bir şehir merkezi olarak tasarladığım bu kent zihnimdeki gelişimine başlamıştı bile. Yavaş yavaş medeni gelişimini bizimkinden birkaç sapak farklı yönde devam ettiren fantastik yönüyle birlikte bilimkurgusal özellikleri de olan bir evren doğuyordu.
Hemen her şeyden çabucak sıkılıp yeni bir şeyler denemek için acele eden ben, heyecan ve sabırla bu yeni evren üzerinde detaylıca çalışmaya başlamıştım. Burada sadece fantastik öğeler ve punk kültürün en bilinen alt dallarından beslenen tasarımlar yer almayacaktı. Yazarken abartıya kaçmamaya çalıştığım ne kadar şey varsa hepsinin isale kapaklarını sonuna kadar açacak ama fantazya estetiğinden uzaklaşmayacaktım. Yaratıcılığımı olabildiğince dizginlememeye çalıştım.
Güneş Tohumu: Bir Evren Yaratmak
Bu yeni evrenin şehirlerini birer birer var ederken mezunu olduğum bölümden, iktisattan da bolca yararlandım. Neredeyse her yerde dillendirdiğim bir şey var; sembolizmden pek hazzetmem. Yazar aslında bu öyküsünde şöyle fantastik, böyle tuhaf, gerçeküstü şeyler yazmış ama aslında hayatın acı bir gerçeğini onlar üzerinde sembolleştirerek okuyucuya bir hayat dersi vermiş falan. Tür edebiyatını küçümseyen bu tavrı sevmiyorum. Ellerinden alev topu atan bir büyücüyü tasvir etmişsem içindeki kötülüğü çevresine yansıtan bir anti kahramanı değil ellerinden alev topu atan bir büyücüyü anlatmak istemişimdir. Her neyse işte. Romanlarımda sembolizm arayacak olan eleştirmenlere baştan belirteyim dedim. Ama öte yandan anlatıyı güçlendirecek ‘gerçek hayat’ verilerine de yer verdim elbette.
Sırtında Büyükada büyüklüğünde bir kara parçası ve üç büyük tepe ile 900 kişilik bir kasaba taşıyan deniz kaplumbağası yaratırken buradaki sosyal hayatı da bu fiziksel koşullara göre dizayn etmem gerekirdi. Engin okyanuslarda yüzen, diyarın geri kalanından büyük oranda kopuk, küçük bir kasabanın sosyal hayatı ve yönetimi ise doğal olarak komünist bir sisteme göre şekillenecekti. Şiyâmagâh adını verdiğim bu kasabanın hikâyesini de yine bir yazar grubuyla düşündüğümüz ama gerçeğe dökemediğimiz bir novella antolojisi için yazmıştım.
Gerçekleşemeyen bu projenin üzerinden 6-7 ay kadar geçtikten sonra kafadaki evrenin detayları da iyice şekillenmişti. Böylece Şiyâmagâh’ın hikâyesini devam ettirmeye karar verdim. Romanın türünü ise sadece fantazya olarak belirlemek istemediğim için bu konuda biraz araştırma yapmaya koyuldum. Bir süre sonra solarpunk ile karşılaştım ki bu türün benim için ideal olduğunu anlamam uzun sürmedi. Hem temiz enerjiye hükmeden bir dünya öngörüsü, hem geleceğe karşı optimist bir bakış açısına sahip olması beni etkilemişti.
Fantastik Solarpunk
Birkaç yerden ‘bu gibi iddialı cümleler kurmazsan daha iyi olur’ diye tavsiyeler aldım ancak araştırdığım kadarıyla Türk edebiyatında göremediğim için rahatça söyleyebilirim ki Güneş Tohumu fantastik solarpunk alttürünün ilk örneği.
Tür konusuna karar verdikten sonra gerisi benim için nispeten kolay geçti. Birçok yazarın yaptığı gibi aylarca araştırmalar yapıp hikâye kurgulayarak, sayfalarca not alıp tüm karakterleri baştan sona tasarlayarak işe başlamayı sevmiyorum. Kurgularımı büyük oranda spontane geliştirir, yazdıkça önceki sayfalarda yer alan tutarsızlıkları ve mantık hatalarını düzelterek hikâyenin organik bir şekilde ilerlemesini tercih ederim. Bunun için de yazarken ayrı bir metin belgesinde sözlük ve kılavuz oluşturur, ayrıntıları hemen oraya işlerim ki hikâyenin sapak noktalarında işim zorlaşmasın.
Şiyâmagâh’ı ve hikâyenin geçeceği ana şehirlerden biri olan Belenağaç’ı tasarlamaya başladığımda hikâyenin bir başka ana omurgasına da karar vermiştim. Buna göre yaratacağım ülke olan Vaskalerya Krallığı ademimerkeziyetçi bir anlayışla yönetilecekti. Böyle bir tercih bana şehir tasarımlarında çok serbest davranma hakkı da tanımış oldu. Her bir kent kendi içinde bağımsız olacak ve seçtiği yol doğrultusunda teknolojik ve sosyal gelişimini de farklı geliştirecekti. Bunu öyküye daha iyi yedirebilmek için kafamda krallığın ilk zamanları için Kuruluş Zamanı adlı bir süreç kurguladım. Bağımsızlığı için uzun süren savaş dönemi geçiren krallık, savaş sonrası ülkenin geleceği için en iyi yolun neler olduğuna karar vermeliydi.
Tam demokrasi sistemiyle yönetilen Şiyâmagâh gibi şehirlerden katı kapitalizmi seçenlere, aristokrasiyi tercih ederek bütün kent yönetimini birkaç seçkin ailenin eline veren Işıklar Kenti gibi yerlere, koca bir kenti kendi aralarında paylaşıp kentteki bütün mülklerden hayvanlara, çer çöpten insanlara kadar her şeyin sahibi olan patronların yönetimine kadar çok farklı şekillerde idare edilen kentler tasarlamak benim için hayli eğlenceli bir yazma deneyimi oldu. Bu bakımdan yukarıda söylediğim sembolik anlatımı sevmeme sözümle azıcık çelişiyor olsa da Güneş Tohumu’nun bolca politik ve sosyal eleştiri içerdiğini de söylemeliyim.
Yaratıcı Yıkım
Krallığın ekonomik temelini oluştururken benim de ana iktisadi düşüncelerimden olan yaratıcı yıkım prensibini temel aldım. Yaratıcı Yıkım kısaca daima yenilenmeyi, değişmeyi ve eskinin yıkılarak yeninin kurulması gerektiğini savunur. Bu teoriyi Güneş Tohumu’nda hem bilimsel ve teknolojik alanlarda hem sosyal ve sanatsal alanda kurguladım. Kraliyet, bütün devrimsel icat ve buluşlara, felsefi fikirlere, sanat akımlarına Yaratıcı Yıkım Nişanı vererek ülkenin yarınlarının inşa edilmesinde vatandaşlarını motive edecekti. Vaskalerya’daki kadeh kaldırma sözü olan bretya sözcüğüne de ‘yarınlara’ anlamını yükleyerek bu felsefeyi sosyal hayatın en derinlerine kadar işlemeye çalıştım. Umarım okuyucu romandaki bu tür felsefi bölümleri, örneğin romanın ilk kitabındaki Aylak Savunması bölümünü okurken benim yazarken aldığım keyfi alır.
Bu arada okuduğum birçok fantastik romanda, hikâyenin geçtiği dönem en kötü zamanları anlatır. O zamandan yüzlerce, binlerce yıl önce her şey çok güzel gidiyordu sonra bir şeyler oldu ve hikâyenin geçtiği zaman kötülüğün hâkim olduğu, trajedilerle dolu bir hal alıverdi. Yüzüklerin Efendisi’nden Zaman Çarkı’na kadar hep böyledir. Ben bunda da aksi yönde ilerlemek istedim. Anlattığım zaman dilimi, geçmişte yaşanan savaşlardan, geçilen zorlu dönemeçlerden sonra elde edilen refah zamanlarını konu ediniyor. Belki bir gün hikâyenin o zamanlarını da yazarım.
Elbette romanda bolca trajedi, savaş, dram, entrika ve sair var; her şeyin harikulade ilerlediği bir masal yazmadım. Aksine öykümün ana karakterlerinin çoğu sokak çocukları, terk edilmiş yetimler, mülteci ve kaçaklar, devlete müdanası olmayan bağımsız bilimciler ve devrik prensler… Aynı sebeple hikâyede adı geçen kralları, Güneş Muhafızı’nı, alakozları, devlet yöneticilerini de olabildiğince az görünür kıldım ve onların hikâyelerini hep arka planda anlattım.
Fantastik ve Gerçeklik Dengesi
Romanın fantastik olmayan kısımları genel olarak böyle şekillendi. Fantazya kısmında da başta söylediğim gibi yaratıcılığımı dizginlememek için elimden geleni yaptım. Dizginlemekten kastım da fantastik hikâye yazarken dozu kaçırıp tuhaf kurgu, ‘weird tale’ alanına girip fantastik estetikten uzaklaşmak istememiş olmamdan dolayı. Dürüst olmak gerekirse dozu ayarlamak oldukça zordu. Özellikle romandaki büyü ve simya sistemini yaratırken ecel terleri döktüm desem yalan olmaz. Burada uzun uzun anlatmayayım, ordafoloji adını verdiğim bu sistemi ve Vaskalerya’da simyanın ne anlama geldiğini incelemek isteyenler kitap için açtığım blog sayfasına bakabilirler. Linkler yazının son kısmında yer alacak.
Yazma sürecimde neredeyse hiç tıkanıklık yaşadığımı hatırlamıyorum. Bir gün yazıp sonraki gün, bir önceki günde yazdıklarımı baştan okuyarak hataları düzeltme şeklinde bir sistem oturttuğum için bu kadar rahat yazdığımı sanıyorum. Sadece özellikle ilk iki kitapta fazlaca zaman atlaması, flashback sahneler yazdığımdan dolayı tarihlendirmeler konusunda zorlandığımı söyleyebilirim. Normalde pek fazla kâğıt kalemle not tutmam ama tarih sistemini oturtana kadar yirmi – otuz sayfa karalama yapmış olabilirim. Sonunda her bölümün başında tarih ve mekân belirttikten sonra acayip rahatladığımı hatırlıyorum. Bunu yapmasam okuyucunun kafası Witcher’ın ilk sezonunda olduğu gibi hayli karışırdı sanırım.
Haritayı Tasarlamak
Beni en çok zorlayan bir diğer mesele de harita çizmek oldu. Çizim konusunda berbat olsam da gerek kâğıt kalemle gerek Paint yardımıyla birçok şehrin ve Vaskalerya’nın haritasını çiziktirip kendime bir kılavuz oluşturdum. Kitapta tüm kentlerin olmasa da son sayfada Vaskalerya Krallığının bir haritası mevcut. Harita işini yapay zekâ ile yapmaya çalışmıştım ancak istediğim kadar güzel çalışan bir harita yaratma programı bulamadım.
Yapay zekâ ile düşmanlaşmayı seçen yazarlardan değilim ben. Özellikle ChatGPT’den yaratıcı isimler bulma konusunda çok faydalandım. Bazı noktalarda kurgu için tavsiye aldığım bile oldu. Umarım ileride de böyle kardeş kardeş geçinip gideriz. Aynı şekilde karakter görünümleri için de birden fazla yapay zekâ çizim sitesi kullandım. Hayalimde oluşturduğum tiplere oldukça yakın sonuçlar aldığım için beni yazarken motive eden bir etken de bu oldu. Hikâyesini yazdığım kişilerin yüzlerini görmek hayli eğlenceliydi. Bu karakterleri ve onlar hakkındaki bilgilerle evrene dair çeşitli bilgileri görmek isteyenler @gunestohumu Instagram hesabına bakabilirler. Görseller de içeren birçok bilgi ve karakter kartını orada paylaştım, paylaşmaya da devam edeceğim.
Sonuç Olarak
Kitabın yaratılış süreciyle ilgili yazabileceğim daha onlarca sayfa bulabilirim ama uzatmanın da âlemi yok. Son olarak Güneş Tohumu’nun ortaya çıkışından da bahsedip yazıyı bitireyim. Roman, solarpunk türünde; simya, bilim ve büyünün iç içe geçtiği bir evrende var olduğu için bu üçünü aynı potada eritecek bir ana materyal içermeliydi. Güneş de elbette elimdeki en iyi seçenekti.
Güneş soğurum mühendisliği, günemen ve günemer gibi fantastik bilim ve teknolojilerin yanı sıra güneşi simya ve büyünün de hammaddesi olarak tasarladım. Güneş Tohumu adıyla bilinen değerli maden fikri de böylece çıktı. Bu cevherin bizzat güneşin kendisinden oluştuğuna dair bir efsane yazdım. Elbette evrende bu efsanenin gerçek olup olmadığı tartışmalı bir konu. Efsaneye göre zamanında uçsuz bucaksız okyanusların olduğu diyara güneşin kendisinden üç damla damlar. İlk güneş damlası okyanusları buhar ederken ikincisi tabanda kalan azıcık nemi de alıp götürür. Üçüncü güneş damlası ise bugünkü Kumullar olarak bilinen çölün ve Güneş Tohumu cevherinin çıkarıldığı tek yeri oluşturur.
Bu maden paha biçilemeyecek kadar değerli bir mücevher olduğu gibi simya ve büyü yaratımında da kullanılabilecek en değerli hammadde olarak varlığını sürdürüyor. Elbette Güneş Tohumu cevherlerinin tek ve gerçek sahibi, dünyanın en güçlü oluşumunun, Güneş Muhafızları tarikatının lideri olan Güneş Muhafızı’nın kendisi olduğu için bu cevheri hammadde olarak kullanmak imkânsızdır. Hadi, neredeyse imkânsızdır deyip kapıyı aralık tutalım.
İşte, güzel bir okur kitlesine ulaşır da bana sağlam bir motivasyon kaynağı oluşturursa devamını, öncesini ve geleceğini yazmak istediğim Vaskalerya’nın, daha geniş açıdan Sûvilantâ’nın ortaya çıkış hikâyesi kısaca böyleydi. Okuyacak olanlara da şimdiden keyifli zaman geçirmelerini dilerim.
Adil Öztürk
Blog: https://gunestohumu.wordpress.com/
Instagram: gunestohumu
Güneş Tohumu hakkındaki yorumlarınızı bizimle Kayıp Rıhtım Forum üzerinden paylaşabilir, ayrıca bizleri Google News’ten takip edebilirsiniz. Sitemizdeki diğer yazar maceralarına ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!