in , ,

Yedi Kartal Efsanesi – Saygın Ersin | Masanın Öte Ucu

Saygın Ersin, Yedi Kartal Efsanesi serisinin ortaya çıkış macerasını tüm detaylarıyla ve oldukça samimi bir dille Kayıp Rıhtım okurları için kaleme aldı.

Yedi Kartal Efsanesi - Saygın Ersin Yazarının Kaleminden
- Reklam -
- Reklam -

Pir-i Lezzet romanıyla pek çok dilde tanınan Saygın Ersin; Yedi Kartal Efsanesi serisinin ortaya çıkış sürecini ve sonrasını tüm detaylarıyla Kayıp Rıhtım okurları için kaleme aldı.


“Bizde niye yok?…”

Her şey bu cümleyle başladı sanırım. Sadece bir soru değildi bu, bir hayıflanma, bir imrenme, biraz kızgınlık, azıcık kıskançlık ve biçare bir keşkeydi…

- Reklam -

Yirminci yüzyılın sonu, ikinci bin yılın başlarıydı. ‘Devr-i Milenyum’a şahit olmuş bir kuşağın delikanlıları olarak elbette ayrıcalıklı hissediyorduk kendimizi. Mutluyduk. Öyle mutluyduk ki, arada mutsuz olabilmek için, birkaç yudum ya da biraz kahkahayla çabucak çözebileceğimiz sebepler icat ediyorduk kendimize. Gerçeklik denen şeyle davalıydık. Tanımıyorduk onu. İşgaline ve ilhakına karşı direnişteydik ki, mutluluğumuzun temel taşıydı bu. İsimsiz bir “Hakikati İnkar Cemiyeti” kurmuştuk kendimiz gibilerle ve kaçmak acizliğimiz değil; zırhımız, silahımız, direnişimiz, mücadelemiz ve rengarenk devrimimizdi…

Resmi ismimiz ise Orta Doğu Teknik Üniversitesi Bilim Kurgu ve Fantazi Topluluğu, kısaca ODTÜ-BKFT idi. Müthiş işler yapıyorduk. En görkemli eylemimiz ise, senede bir defa, ülkenin dört bir yanından ‘bizim gibileri’ toplayıp Metu-Con’u düzenlemekti. Yüzlercemiz birlikte oyun oynuyor, film seyrediyor, kostümlü partilerde çılgınlar gibi eğleniyorduk.

Şenlik dağılıp baş başa kaldığımız zamanlarda ise, mümkün olan her fırsatta kaçıyorduk ve çok basit birkaç şey yapmak gerekiyordu bunun için: Okumak, hayal kurmak ve paylaşmak…

Şanslıydık. Çok rehberimiz vardı: Tolkien, LeGuin, Lovercraft, Poe, Weis&Hickman, Salvatore, Gaiman, sonradan Rowling…

Onların kurduğu hayal diyarlarında dolaşıp duruyor, kah onların diyarlarına yeni hayaller ekliyor, kah oralardan aldığımız hayalleri kendi dünyamıza serpiştiriyorduk.

Keyifliydik. Fakat birazcık da yabancı hissediyorduk kendimizi. Bir an geliyor, her şeyi başlatan o soru canımızı sıkıyordu illa ki: “Bizde niye yok?…”

Zamansız Azade Bir Soru

İşin fenası mesnetsiz ve zamansız bir soru da değildi bu. Yani; ‘Amerika’yı biz niye keşfedemedik?”, “Uzayda niye yokuz?”, “Bor madenlerimizi niye çıkarttırtmıyorlar?” gibilerinden kendi batağında patinaj çeken ya da cevabı olsa dahi bu saatten sonra kimseye hayrı dokunmayacak sorulardan değildi. Zamandan da azadeydi. Ne geç kalınmıştı ne de erken olabilirdi. Hammaddesi ‘hayal’ ise bu işin, o da gani ganiydi. Tarih boyunca yüzlerce kültürün, yani yüzlerce farklı hayal evreninin iç içe geçtiği; dünyanın en kadim coğrafyalarından birinde yaşıyorduk. Masaldan, söylenceden, destandan, efsaneden daha bol ne olabilirdi ki?…

Ama yoktu… Kimse bütün bu hammaddeyi alıp, bizim kaçıp kaçıp dolaşmayı çok sevdiğimiz bir hayal diyarına; daha sıkıcı tabiriyle ‘fantastik bir anlatıya’ çevirmemişti. Yoktu; çünkü çok basitçe: Yapılmamıştı…

Peki hiç mi ışık yoktu? Olmaz olur muydu? Büyük, sıradışı ve tartışmasız dünya çapında bir ışık taşıyıcısı vardı hem de. Büyük usta Galip Tekin, divit uçlu mızrağıyla yolun en başında duruyordu!

Çocukluk kahramanlarımdan birisiydi Galip Tekin. Hem karanlık hem neşeli, hem vahşi hem şefkatliydi. Çok erken yaşlarda tanışmıştım Galip ustanın çizgisi ve hikâyeleriyle; okumayı söktükten birkaç sene sonra belki. Sıradışı olmanın, ‘tuhaf’ olmanın, cazibesi, sınırsızca hayal kurabilmenin hazzıydı sanırım beni çeken şey. Çocuk yaşımda algımı kırdı, zihnimi yoğurdu, ezberimi bozdu. En büyük hayalim, onun gibi hayal kurabilmek olmuştu. Öyle ki, haydi burada itiraf edeyim, orta okul yıllarımda hikâyeler yazıp gönderirdim ona; belki beğenir de çizer umuduyla… Çizmedi tabii… Sonra büyüdüğümde, bir gün onunla tanışıp, muhabbet arasında ona gönderdiğim hikâyelerin muhabbetini açmayı hayal ettim hep… O da olmadı… Sıraselviler’den, eski Kemancı’nın önünden geçerken bir ‘keşke’ sızlar içimde bu yüzden. 2017’de göçtü Galip usta biz tanışamadan. Ardında ise hepimize şevk olacak bir ‘mümkünlük’ bıraktı. Ve tabii ki ‘Anavarza’, ‘Höyük’, ‘Güzelin Ölümü’, ‘Tursuntur’ gibi asla unutulmayacak başyapıtlarını ve bir de, genç hayalcilere muhteşem önerilerle dolu ‘Pı’ya Mektuplar’ını…

Gerçek Hayat Denen Heyhula

Hayat, ODTÜ’nün cennet bahçelerinde rengarenk devam ediyordu. Ama saadet yıllarının sonlarına geldiğimizin de farkındaydık. Okul uzatılabildiği kadar uzatılmış ama lanet olsun ki sonunda ve kaçınılmaz olarak bitmişti. Yaşlar yirmi beşi geçmiş, otuzlara doğru ağır ağır yuvarlanmaya başlamıştık bile lakin, hem hakikati inkar iliklerimize işlemişti hem de artık enikonu korkuyorduk. Okulun kapılarının dışında bizi ‘gerçek hayat’ denen bir heyhulanın beklediğini ve canımız çok sıkacağını biliyorduk çünkü. Bazılarımız gönüllü, bazılarımız haklı mecburiyetlerden dolayı teslim olmuştu. Biz ise ‘diplomatik yolları biraz daha zorlamayı’ tercih etmiştik. Bir hedef ve hayal olarak ‘akademisyen olmak’ ailelerimiz de dahil olmak üzere tüm tarafları tatmin edecek, daha da önemlisi bize birazcık daha zaman kazandıracak bir tercih gibi görünüyordu.

Kendimizi can havliyle yüksek lisanslara atıp, elimize tutuşturulan diplomaları yeniden öğrenci kimliklerine dönüştürdük. Limana ulaşmasın diye gemiyi batırmış, filikalarla okyanusta dolaşmaya devam ediyor gibiydik ama işe de yarıyordu. (Gerçi ben, ilk yüksek lisans programımdan atılarak filikayı bir kere alabora etmeyi başardım. Gazetede çalışmaya başlamıştım. Oldukça heyecanlıydım. İlk dönem dersleri biraz boşlamanın bir sorun yaratmayacağını düşünmüştüm. Tecrübeyle sabitti. Lisansın ilk döneminde bütün derslerimden kalmıştım –Genel Ortalama 0.00- ama beni okuldan atmamışlardı. Yüksek lisansta yönetmelik farklıymış meğer. Acı bir tecrübeyle öğrendim bunu. Fakat canımı fazla sıkmadım. Tekrar sınava girdim ve kazandım…) Okumaya, öğrenmeye, hayal kurmaya devam ediyorduk. Daha da önemlisi, dersleri ve kendimizi biraz daha ciddiye almaya başlamıştık.

2002 yılının yazıydı. Muzaffer bir yüksek lisans öğrencisi olarak İzmir’e dönmüştüm. Biraz tatil yapmam, sonra da (artık yavaş yavaş) yüksek lisans teziyle ilgilenmeye başlamam gerekiyordu. Dersler bitmişti, notlar hiç fena değildi ve bu başarıyı güzel bir tezle taçlandırmam gerekiyordu. Zira sırada doktora vardı ve doktora demek, gerçek hayat isimli o sıkıcı yaratığa en az bir dört sene daha ‘nanik’ yapmak demekti. Başarabileceğimi düşünüyordum. Lakin o an bilmediğim, ‘tez’ denen şeyi ciddi ciddi düşünmeye başladığımda zihnimin buna vereceği tepkiydi…

Yedi Büyücünün Hikâyesi

Tam tarihi hatırlamıyorum ama o anı hâlâ çok net hatırlıyorum. Yazın sonları gelmişti ve değil ‘tezle ciddi ciddi ilgilenmek’, lakaytça alakadar bile olmamıştım. Ta Ankara’dan getirdiğim tomar tomar makaleler, yığın yığın kitaplar (bugün hâlâ aynı yerde durmakta olan) salondaki büyük yemek masasının öte ucunda, yaz başında konuldukları gibi duruyorlardı. Üzerlerindeki toz tabakasının bakirliği hayret ve utanç vericiydi. Tez materyali değil de arkeolojik buluntu gibi görünüyorlardı daha çok. Bırakın bir kapağını kaldırmayı, bir sayfasına dokunmayı, yakınlarından bile geçmemiştim.

Ben de masanın diğer ucunda duruyor, zihnimi toparlamaya, kitaplardan ya da makalelerden birine uzanmak için kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Akşamüstüydü… Vahiy gibi üç cümle patladı zihnimde: “Yedi büyücünün hikâyesini yazacağım. Günümüzde yaşıyor olacaklar. Birinin ismi Salih olacak…”

Bu kadarcıktı ama çok heyecanlanmıştım, çünkü çok ciddiydim; daha doğrusu zihnimde patlayan o üç cümle çok ciddiydi, bunu hissedebiliyordum, başarıp başaramayacağımı hiç bilmiyordum ama deneyecektim, bundan emindim. Bu ciddiyetin bir kısmı, zihnimin o an ‘tez’ denen şeyden hızlıca kaçma isteğinden mesnet alıyordu belki ama, diğer kısmında da iki sağlam dayanak vardı. Birincisi tabii ki BKFT’li arkadaşlarımın varlıklarıydı. Onlarla yaptığımız sohbetler, oynadığımız oyunlar, paylaştığımız hayallerdi; ismi konulmamış misyonumuzdu…

İkincisi ise, yine 2002 yılında iki öncünün; Orkun Uçar ile Barış Müstecaplıoğlu’nun ortaya çıkmasıydı.

Müstecaplıoğlu, Perg Efsaneleri serisine o sene başlamıştı. Çok sağlam bir yayıneviyle hem de!… İşin ciddiye alınıyor olması, projenin uzun soluklu tutulması hepimize umut vermişti.

Uçar ise biraz daha fazla çılgınlık yapmış; yayınevi kurmuş, Derzulya serisinin fitilini ateşlemiş, Ölümsüz Öyküler Kulübü’nde, genç yazarlara fırsat ve cesaret vermeye koyulmuştu.

Saygın Ersin
Saygın Ersin

Hakkı Devrim ve Meydan Larousse Ansiklopedisi

Masanın başındaydım ama artık toz tutmuş kitaplara ve kâğıt tomarlarına bakmıyordum. Zihnim korkunç bir açlıkla kaplanmıştı çünkü. ‘Günümüzde yaşayacak ve aralarından birisi Salih ismini taşıyacak olan o yedi büyücü’yü biraz daha belirgin kılacak, üzerlerine bir çatı örtecek, ayaklarının altına bir hikâye serecek her bilgi kırıntısına karşı derin bir açlık hissediyordum. O zamanlar İzmir’de bilgisayarım yoktu. Olsaydı bile, yüce Google henüz üç beş yaşındaydı. Bilgi, bugün olduğu gibi yakında ve hemencecik değildi ve ben ODTÜ Kütüphanesi’nin uzağında kalmıştım. Neyse ki Hakkı Devrim isminde bir adam geçmişti bu topraklardan. Seneler evvel deli işlerin en hayırlısına adım atmış, Meydan Larousse Ansiklopedisi’ni hazırlamış ve fasikül fasikül yayınlamıştı.

Gözlerimin o siyah ansiklopedi ciltlerine aç kurt gibi kayıverdiğini hatırlıyorum. Sonra hiç oyalanmadan gidip ikinci cildi aldığımı ve hemen dönüp büyücü maddesini açtığımı…

Altı saate kalmadan ciltlerin tamamını masaya taşımıştım. Sayfadan sayfaya, maddeden maddeye sekiyor, ilgimi çeken her şeyi not alıyor, bu arada kararlar veriyor, tercihler yapıyordum. Lokman Hekim maddesinde, Hekim’in yedi kartal beslediğini okuduğumda gülümsemiş ve kaleme uzanmıştım…

Bir hafta kadar sonra insafa gelip ansiklopedileri azat ettiğimde işimi neredeyse tamamlamış, ustaların yedisiyle de tanışmıştım. Salih Usta ile Elif Hatun’u zaten önceden biliyordum. Ciltlerde dolaşırken rastladığım Ateş maddesi Niran Hatun’la, ‘hermes’ maddesi İdris Usta’yla, biraz altındaki ‘hıdrellez’de İlyas Usta’yla buluşmama vesile oldu. Bengi Hatun’un ismini sırf isim hoşuma gittiği için seçtim, Behruz Usta’yı da özene bezene ocağın başına buyur ettim. Sarp Yüzbaşı ile Doğan Üsteğmen henüz ortalıkta yoktu. Çünkü ben bugüne ne yaptıklarından ya da sayfalarda yapacaklarından çok geçmişte ne yaptıklarıyla ilgileniyordum. Köklerini, nereden geldiklerini, bütün hikâyelerini bilmek, onları daha iyi, daha yakından tanımak istiyordum.

Biraz elde karaladıktan sonra kendimi en yakındaki internet kafeye attım (şu an kuaföre dönüşmüş durumda ama ben hâlâ önünden geçerken bir selam çakarım) ve Zülfikar’ın Hükmü’nün başındaki ‘Rivayetler’ kısmını yazmaya başladım.

Saygın Ersin - Zülfikar’ın Hükmü
Zülfikar’ın Hükmü – Yedi Kartal Efsanesi #1 | Saygın Ersin

Yedi Kartal’ın Oluşumu

Üretmek gerçekten büyülü bir işti. Evet; salt ‘hayal etmek’ kadar konforlu ve zahmetsiz değildi, belli bir çile gerektiriyordu ama verdiği tatmin ve yaratma enerjisi inanılmazdı. Şunu da belirteyim, yazdığım kitabın ismi henüz Zülfikar’ın Hükmü değildi. Bir kitaba dönüşüp dönüşmeyeceği bile belli değildi hatta. Ama ‘Rivayetler’ yine de vardı, çünkü onu yazmıştım!… Sadece Yediler’in geçmişini değil, Geceliler’in, Solaklar’ın, Kamer’in, Kabbath’ın ve Sakafi’nin hikâyelerini de biliyordum artık. En önemlisi, o kısacık bölüm, bana mekanizmanın ne kadar basit çalıştığını göstermişti: Yapınca, oluyordu!…

- Reklam -

Sonbahar iyice ilerledi, okul açıldı Ankara’ya geri döndüm. Rivayetler dosyamda, Yediler kafamdaydı. Şimdilerine ve geleceklerine göz dikmiştim artık; ne yapacaklarına, neyle mücadele edeceklerine, azcümle hikâyeme…

Ne var ki, akademik evrenin en mikro kozmosu bile yamadı ve biz artık kendimizi ciddiye alan yüksek lisans öğrencileriydik. Ortam, arkadaşlarım ve öğretmenlerim üzerimdeki hayal tozlarını hızla silkeleyip beni kendime getirdiler. Yedi Kartal, dönem başında anlatılan heyecanlı tatil hikâyeleri gibi muhabbetlerin arasında solup gitmeye başladı. Arada sırada alevlendiği oldu ama… Bizim tayfadan bir aklıevvel (burada isim vermek istemiyorum, o kendini bilir) bu işin çok güzel dizi de olabileceğini (evet “abi bundan çok güzel dizi olur ya” geyikleri o zamanlar da vardı, belki de biz ilk örnekleriydik) söyledi. Şimdi kendimi biraz daha düzeltmiş olabilirim ama o zamanlar, herhangi bir konuda sorulmuş “neden olmasın?” sorusuna mantıklı cevaplar verebilmekte çok acizdim. Yedi Kartal daha palazlanma aşamasındayken, senaryo ummanına şöyle bir dalıp çıktı. Bir kanala bile gönderildi hatta!.. (İşte ben ‘hayalperestlik’ diye buna derim! 2002 yılında bir televizyon kanalına Yedi Kartal’ı göndermek ha?!! Büyük umutperverlik…)

Daldığı senaryo ummanından pençesi boş, ıslanmış ama donanmış bir şekilde çıktı Yedi Kartal. 12. Daire’nin, Yüzbaşı ile Doğan’ın, Mehmet Sinan’ın siluetleri, yürüyecekleri yolların kaba çizgileri o sularda yüzmeye çalışırken belirdi.

Kritik Dönemeç: Tezi Unut!

Bu arada sene devrilmiş, 2003 olmuştu. Tez iyi gidiyordu. Kütüphaneye kapanmış, yazın toza mahkum ettiğim kitapları ve makaleleri okumuştum. Kendimi daha güçlü hissediyor, bir an önce kağıdın – kalemin başına geçmek istiyordum. Çünkü öğrenmiştim; yapmadığım müddetçe olmayacak, yazmadığım sürece bitmeyecekti!

Mart ayında İzmir’e döndüm. Niyetim okulun rahatlığından, arkadaşların şakraklığından biraz uzaklaşıp şu işi bitirmekti. Artık bilgisayarım da vardı. Salondaki büyük masaya, ilk cümlelerin zihnimde patladığı köşeye yerleştim ve tezi yazmaya başladım…

Sanırım yer seçimim yanlıştı. O köşeye değil, kitapların tozlandığı diğer tarafa otursam bugün çok başka şeyler yapıyor olabilirdim belki. Ama değildi. Daha yanlış olan bir şey varsa, o da benim tezi kolayca yazabileceğimi düşünmemdi. Rivayetler kısmını kalabalık ve bağırış çığlığa bir internet kafede yazabilmem sebep olmuştu sanırım bu sanrıya. Gel gör ki, tezin ayağı öyle değildi. Ağırdı, ciddiydi, yavaşlık ve heyecansızlık doğasında vardı. İşin fena tarafı, ben sıkıldıkça, akademinin ve ciddiyetin püskürttüğü karakterler geri gelmeye başlamıştı. Hikâyeleriyle birlikte hem de!

Ama direndim! Sıkıntı, kaburgalarımı kıracak kadar yoğunlaştığında bile vazgeçmemek için çabaladım, bir satırcık dahi olsa yazabilmek için her gün o bilgisayarın başına geçtim.

Ama olmadı… Kahramanlar ve onlarla birlikte yepyeni bir hayal diyarı gözlerimin önünde giderek renkleniyordu. Nihayet, ilkbahar sonuna doğru bir gün, masamın köşesinde oturmuş Le Corbusie’nin ‘mekan temsilleri’ üzerine kafa patlatırken, Rivayetler kısmını takip eden ilk bölümün ilk sahnesi aklıma dökülüverdi. Devamı da gelecek gibiydi üstelik. Çok kritik bir dönemece geldiğimi biliyordum ve ilk cümlesi bile hazır olan içimdeki o yazma isteğine şunu söyleyip duruyordum: “Başladığın anda tezi unut!…”

Elif: Günümüzde Yaşayan Yedi Büyücünün Hikâyesi

Başladım… Ama tezi hemen unutamadım tabii ki, biraz zamanımı aldı. Başlarda iki metni birlikte götürebileceğime dair çok acemi bir umut da taşıdım elbette. Fakat tez ne kadar ağır aksak gidiyorsa, roman da o kadar hızlı akıyordu. Yaz ve sonbahar boyunca yazdım. Herkes benim yoğun çalıştığımı, performansımın arttığını düşünüyordu ama küçük sırrımdan habersizdiler. Evet yazıyordum ama tezi değil; Yedi Kartal’ın ilk macerasını…

Aralık ayına geldiğimizde artık elimde kitap olabilme rüştünü çoktan ispatlamış kalınca bir tomar vardı. İsmi Elif’ti ve günümüzde, İstanbul’da yaşayan yedi büyücünün hikâyesini anlatıyordu.

Ne var ki, hikâye daha bitmemişti, bitmesi için bir bu kadar daha yazmam gerekiyordu. Fakat zamanım daralıyordu. “Tez yazıyorum” oyunu ağır bir vicdani yük haline gelmişti. Üstelik gün geçtikçe işlevsizleşiyor, kötü bir çıkmaza doğru yol alıyordu. Oyun sona ermeli ve herkes hakikati bilmeliydi. Öyle de oldu…

Gelen ilk tepkiler kızgın ve tabii ki alaycıydı. Elde yazılmış iki yüz küsur sayfanın olması da pek bir şeyi değiştirmemişti. Canım sıkkındı; yüksek lisansı bırakıp askere gitmek, daha doğrusu, genelde yapılanın tam aksine, ‘tezden kaçmak için askere gitmek’ benim için de sarsıcıydı. Lakin bir büyük derdim daha vardı. Hikâye yarımdı. Tamamlayacak iradeyi bulabilsem bile çok uzun olacaktı. İkiye bölmekten başka bir çare yoktu. Bilgisayarın başına geçip, sayfaların en altına, tam ortaya kalın harflerle “Devam Edecek” yazıverdim. Artık devam edecek bir hikâyem ama bir de tamamlanmış kitabım vardı… (On beş yıl sonra, bir Yedi Kartal hikâyesini daha ‘ikiye bölmek’ zorunda kaldığımda, bu anı kahkahalarla hatırladım.)

Yayınevlerinden Dönüş

Askerden döndüğümde takvim 2004 Eylül’üydü. Elimde sarılacak tek bir dal vardı. Yarım ama vaatler ve umutla dolu hikâyemi yayınevlerine göndermeye başladım. Ve kabul aldım! Biri Ankara’dan, diğeri İstanbul’dan iki yayınevinden hem de!… Önce Ankara’daki yayıneviyle görüştüm, çünkü diğeri baskıya girmek için hikâyenin tamamını istiyordu. Bu da “askerden de döndüğüme göre artık hayatımı hale-yola koymamı isteyen” bakışların altında gizli saklı yazmak demekti. ‘İmkansız’ demiyordum ama en kötü senaryo olarak sona saklıyordum.

Ankara’daki görüşme samimi ve dostane geçmişti ama sözleşme açısından tam bir hüsrandı. ‘Hayır’ deme cesaretini gösterdim ve eve döndüm. Kendimi, ismi ‘Elif – 2. Kitap’ mı yoksa başka bir şey mi olacağını bilmediğim sayfaları yazmaya hazırlıyordum ki, Orkun Uçar aradı!..

Onunla bir sene kadar önce tanışmıştık. Kitabı biliyordu. Okumuş ve uzunca, cesaret veren bir dönüş yapmıştı. İstanbul’a gelmemi söyledi. Gittim. Beni resmen ‘elimden tutup’ Cağaloğlu’na, ilk yayınevime götürdü. (Evet, bu işe ilk adımımı, yayıncılığın kadim mekanında; Cağaloğlu’nda attım! Çok şanslı sayarım kendimi.) Sözleşme, ilk kitabını çıkartan bir yazar için hiç fena değildi. İmzaladım. Sonra yan odaya geçtik. Ben kitabı iyice elden geçirmiştim. Orkun Uçar da okumuştu, baskıya hazırdı. Yayınevinin sahibi orada bir hassasiyetini dile getirdi. Kitabın ismi ‘Elif’ olamazdı, değiştirilmesi gerekiyordu.

Kısa süre düşündüğümü hatırlıyorum. Evet, Elif ismi benim için kıymetliydi, büyük bir anlamı vardı, karakter olarak da müstesna bir yerde duruyordu. Fakat şu da kesindi, köklerini benden, duygularımdan, şimdimden ve hatıralarımdan, olanlarımdan ve yoksunluklarımdan alan hikâye evrilmiş, başkalaşmış, benden uzaklaşmış, bağımsızlaşmıştı. Değerini yazarından almayan bir ismi de taşıyabilirdi sanki… Uysalca “Tamam” deyip, yeni bir isim düşünmek için vakit istedim. “Hemen” dendi karşılık olarak. Alt katta kapak ve sayfalar hazırlanıyordu ve kitabın en geç yarın sabah matbaaya gönderilmesi planlanıyordu. “Zülfikar’ın Hükmü” geldi aklıma. Söyledim, kabul edildi ve hemen alt kata haber verildi…

Saygın Ersin - Erbain Fırtınası
Erbain Fırtınası – Yedi Kartal Efsanesi #2 | Saygın Ersin
Ve 2005’in Haziran’ı geldi. Zülfikar’ın Hükmü elimdeydi!

Yazarak geçen on beş yıldan sonra bile o anı, o duyguyu anlatmak çok zor benim için. Ama bizimkilerin; ailemin ve arkadaşlarımın kitaba bakışlarını izlemek büyük bir mutluluktu. Ben ise, kapakla her göz göze geldiğimde “Saygın Ersin kim acaba?” diye soruyordum kendime…

Bir ay kadar sonra, yayınevi devam kitabı için sıkıştırmaya başladı. Zülfikar’ın Hükmü adımlarını basmaya başlamıştı. Lakin hikâye halen yarımdı ve kafamdaki macera sonlara yaklaştıkça muğlaklaşıyordu. Bir kere daha ansiklopedilerden yardım istedim. Kutsal kara ciltler yine masanın üzerine yayıldılar ve bu sefer bana, daha sade olmayı önerip, ikinci kitabın ismini armağan ettiler: Erbain Fırtınası!…

Hevesle yazmaya koyuldum ve kısa bir zaman içerisinde, kafamdaki kurgunun sayfalara kaç kelime olarak yansıyacağını kesinlikle hesaplayamadığımı, yarısını anlattığımı düşündüğüm hikâyenin daha ancak üçte birlik kısmında olduğunu fark ettim. Ama devam ettim. Erbain Fırtınası bittiğinde, Zülfikar’ın Hükmü’nden iki kat daha uzun olmuştu. Ve o koca bebeği elime aldığımda, tarih 2006’nın hemen başıydı…

Sonra işler hızlı gelişti ve çabucak dallandı.

Bir gazetenin hafta sonu eki için polisiye hikâyeler yazmam istendi. Deli işiydi. Başıma gelecekleri bile bile kabul ettim ve tam on üç hafta devam ettim. Yazmaktan soğuyayazdığım zamanlar geçirmiştim ama bir kitabım daha olmuştu: “Emekli Polisler Lokali”.

Aynı tarihlerde Gökkanat isimli bir çizgi romanın senaryosunu da yazıyorum. Güzel günlerdi… Derken 2007 yılında Orkun Uçar diş kamaştıran bir hikâyeyle çıkageldi. Birlikte ‘Derin İmparatorluk’u yazmaya başladık.

2007 yılının sonlarına doğru, kapıldığım yazma fırtınası biraz durulunca, tekrar Yedi Kartal’ın düşünmeye başladım. Kahramanlar oracıkta duruyordu ve yeni bir maceraya ihtiyaçları vardı. Hayal diyarıma geri dönüp dolanmaya ve düşünmeye başladım…

Kitapları okumuş olanlar bilir; Yediler’in en güvendikleri müttefiklerinden birisi ‘Yörükler’dir ve Yörükleri’in en önemli görevi, Toros Dağları’nın kuytularına gizlenmiş olan ‘Kapılar’ı korumaktır.

‘Kapılar’ın ardında ne olduğunu bilmiyordum, hiç düşünmemiştim. Hatta itiraf edeyim, Yörükler’in varlığını ve misyonunu biraz daha sağlamlaştırmak için eklemiştim o iki küçük cümleyi Zülfikar’ın Hükmü’ne ve çok da önemsememiştim. Hayal diyarında dolaşırken tekrar hatırladım ve Toroslar’a çıkıp Kapılar’ı açtım… Yepyeni, bambaşka bir diyar açılmıştı önüme. Rivayetleri, karakterleri ve hikâyeleri ile birlikte açık kapılardan zihnime doğru akıyordu. İsmini bile söylemişti: “Ateş ve Bedel”…

Saygın Ersin


İşte Saygın Ersin’in Yedi Kartal Efsanesi serisinin ortaya çıkış macerası bu şekildeydi. Sizler nasıl buldunuz? Yedi Kartal Efsanesi kitapları hakkındaki düşüncelerinizi Kayıp Rıhtım Forum’da bizlerle paylaşabilirsiniz.

Konuk Yazar

Siz de Kayıp Rıhtım'da konuk yazar olabilirsiniz!

İletişim: [email protected]

3 Yorum BULUNUYOR


  1. Avatar for JrThoth JrThoth dedi ki:

    Kitapların yazım sürecini anllattığı güzel bir yazı olmuş. Bugün kitapçıda rastlamıştım kitaplara. Şimdilik sadece merhabalaştık yakın zamanda tanışmak istiyorum bu iki kitapla.

  2. Avatar for Gwynbleidd Gwynbleidd dedi ki:

    Harika yazı olmuş. Yazım sürecindeki duygular çok güzel aktarılmış. Yüzde küçük bir gülümsemeyle okudum yazıyı :slightly_smiling_face: Hele basılmış kitabı ilk eline aldığında kitabı kendisinin yazdığına ve başardığı işin ne kadar büyük bir şey olduğuna inanamadığı kısım çok hoşuma gitti. Kitapları da acayip merak ettim. En kısa zamanda okumaya çalışacağım.

  3. Avatar for merveriii merveriii dedi ki:

    “Neden bizde yok?” Bu soru gerçekten tüm fantastik yazarlarının ana sorusu olmalı. Ben de sordum kendi kendime.

    Çok güzel bir yazı olmuş. Süreci çok samimi ve edebi bir dille anlatmasını çok sevdim. Ayrıca en yakın zamanda okumak istiyorum kitaplarını da.

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

Tenet - Kenneth Branagh

Tenet Oyuncusu Kenneth Branagh: “Filmin Kötü Karakteri Olduğumdan Ben Bile Emin Değilim”

Karakomik Filmler 2 Netflix Ne Zaman

Karakomik Filmler 2 Netflix’e Geliyor: Cem Yılmaz’dan “Deli” ve “Emanet”